22 Ekim 2020 Perşembe

Selam Yeni Yaşım


 Uzun bir aradan sonra, tekrardan merhabalar. Aslında canım hiç yazmak istemedi. Kelimelerimden mi soğudum, ne? Fakat, adettendir. Blogu açtığımdan beri, bir sene bile sektirmeden yazmışım doğum günlerimde. Bugünü atlamayı da gönlüm el vermedi.
   Buraya süslü cümleler yazıp, edebi edebi konuşmak da inanın çok isterim. İstiyorum, istiyorum, istiyorum... sonrasında bir türlü o güzeeeeel, etkileyici tümcelerle kalbimi buluşturamıyorum. 
 

      Sanırım geçen yıldaki yazımdan kopya çekerek, bu senemin nasıl geçtiğini anlatmam gerekiyor.

      Karışık. Güzel. Geri çekilip büyük resme baktığımda, çok şanslı olduğumu görebiliyorum sadece. Evet pandemi, evet evlere tıkıldık fakat o anlarım bile kişisel açıdan çok değerliydi benim için. Bazı şeyleri daha net gördüm. Uzak mesafe ilişkisinin yürümeyeceğini anladım. İç sesime sürekli güvenmem gerektiğini fark ettim.
    Bir kez daha hayat bana, kendi kendime idare edebilmeyi öğretti. Benim güvenli limanım, yine benmişim. Yüzlerce sevgili, binlerce arkadaş, hayvanlar, akrabalar... kimler kimler. Kimseler. Kimseler beni ben gibi bilemeyeceği için, bir şekilde kendi kendimle lanetlenmiş ve aynı zamanda da ödüllendirilmiş biri olarak ömrümün sonuna dek böyle, bir ben olarak kalacağımı çok net hissettim.
  Kısacası yalnızlık paylaşılmaz efendim.

   Çok melankolik bir havası oldu yazının. Öyle değil. Vallahi mutluyum. Birkaç sağlık problemi, derslerin gereksiz ağırlık yapması, özel hayatımdaki basit karmaşalar hariç sıkıntısız bir hayatım var. İşim yok, bilgisayarlara çok fazla zam gelmiş, canım sürekli sahilde yürüyüş yapmak istiyor (sürekli ama böyle 7/24 falan) yine de her şeyin üstesinden geliyorum.
   Ayrıca 21 yıllık yaşamımın en iyi yılı 21. olanıydı. Büyüdükçe daha güzel kapılar açılıyor sanki karşımda. Bu sebepten, yeni yaşım için de aşırı heyecanlıyım. 

   Bu sene mumlarımı üflerken, hayattan çok da fazla bir şey beklemediğimin farkına vardım. Hani dilek tutma muhabbeti var ya... Dileklerim olgunlaşmış benim. Önceki seneler, aşk meşk isterdim. Bu sene... neyse bu seneki dileği söylememeyim. Olursa söylerim, söz! (olursa alnıma bile yazarım)

  Kısa ve öz bir yazı olsun, bana müsaade. Buraya daha sık uğramaya çalışacağım. Önce, fazla dağıttığım kafamı, biraz toplamalıyım.

  Bol okumalı ve gezmeli bir yaş olsun benim için. Aşk meşk de isterim ama istemem de, orası biraz karışık. Her şeyden öte sağlık tabii (klasik babaanne temennisi).  Aman huzur varsa her şey tamam demektir. Mutlu insanın da sıkıntısı yoktur. Her şey beraber tam paket istiyorum be! Garibanın yüzü gülür mü? Gülsün!

  Artık  daha sık buluşabilmemiz dileğiyle...

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Çok Kısa Bir Mola

Defterimden:

“Es vermeli.” dedim, verdim. Yazmaya bazen de yaşamaya. Sonrasında bir çok çelişkiden ilişki çıkarımlarında bulunup işgillendim durumların yapaylığından. Apayrı insanlarla yan yana durdum. Onlarlayken her şeyden irite oldum. Doydum. Doydum yanılsamaların verdiği sahte molalara. Yine de gözümü yumdum tempolu koşmalara.
Durgun, durgun mu durgun sularda güneş de artık dağların ardında; yalan sevinçlerin kolları sarmışken bedeni, yalanların gerçekleşmesini umdum.
Duydum, duydum ki herkes birbirinden farklı, bir o kadar da aynı. “Biliyorum ben bu tipi.” Aman bunlar için üzme kendini. Tüm bu insanlar yanından gitti mi; rüyalar alemi seni ne zaman uçurumdan itti?
“Es vermeli.” dedim. Verdim. Bu bir toparlama girişi. Çarpık, karışık, yıkık, alık, aşık, kaçık, gıcık. Uzaktan baktığımdan etraftakilere tanık.
  Biliyoruz ki, sizin için tüm çığlıkların sesi kısık.
  (s.j.v.)
   Gerçek bir mola dileğiyle...

22 Temmuz 2020 Çarşamba

Biraz Karamsar Biraz Değil

Beni ta 2015'ten beri okuyanlar bilir, ilk yazılarımı hep "karamsarpollyana" nickimle yazmışımdır.
Lisede dünya üzerindeki tüm güzelliklerin olabilitesine inanırken bile her daim kendi kendimi  bileklerinden tutup geriye çeken bir kötü yönüm vardı. O zamanlar, bir nebze somutlaştırmamız gerekirse ying-yang'e benzetebileceğimiz tutumumu bu nick ile çok iyi tasvir ettiğimi düşünürdüm. (Bu arada Pollyanna iki "n" ile yazılır, ben biraz daha farklı olmak istediğimden tek "n"yi silmiştim waooow kuul görl)
 Şimdi artık nick kullanmak çok saçma gelse de (aslında buraya yazarken kendi ismim dahil kimsenin ismini yazmıyorum farkına vardıysanız...) o karamsarpollyana yanım her zaman beni oluşturan en büyük özelliğim oldu, olmaya da devam edecek.
  Eğer geçmişi birazcık geriye atarsak, şimdiki zaman çekim ekiyle oluşturduğum eylemlerimde yine bardağın boş tarafına odaklanan neşeli biriyim. Zıplaya hoplaya, hiç gitmek istemediğim yerlere gidip; ağlayarak eğlendiklerim olur.

16 Haziran 2020 Salı

Elalem İçin!


 Balkonda oturup, aklımı okuduğum kitaba vermeye çalışırken; artık kendimi kendime getirmek gerektiğini fark edip bir anda yine kendimi, kitaplığın önünde dikilmiş yine o tanıdık sözleri okurken buldum:
“Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.” Sonrasında araya birkaç satır giriyor ama yazı şöyle devam ediyor:
“ Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar. Toplumdışı bırakmak için tüm çabalarını harcıyorlar. Toplum dedikleri kitlenin bir aradaki dayanılmaz yabancılaşmasını sanki kimse algılamıyor. Aklımı elinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim.”

15 Haziran 2020 Pazartesi

Karantina Günlükleri #5: Son Yazı



Yani umarım bir daha karantina görmeyiz de bu son olur. Aslında son bir aydır, ufak ufak dışarı çıkıyoruz ve normalleşme sürecindeyiz. Bu sebepten karantina yazılarını çoktan bitirmem gerekirdi fakat, bir türlü yazmak gelmedi içimden.
  Bugün de son yazıyı yazarken, normalde yaptığım gibi film, dizi vesaire önermenin yanı sıra bu yaklaşık üç aylık evde kalma sürecinin bizi, daha doğrusu beni nasıl etkilediğinden bahsetmeyi düşünüyorum. Böylece hem sizle muhabbet ediyormuşuz gibi olur.

  Şöyle baştan aşağı evde durduğum sürece baktığımda, her şeyden şikayet eden biri olduğum için süreç boyunca asık surat dolaştım evde. Hep sövecek bir şeyler buldum. İçten içe gittim sosyal medyadaki salak şeylere yükseldim falan filan. Ama şimdi tüm o ölümleri, insanların çektiği acıları ve bu hastalığın ta kendisini saymazsak (nasıl mümkün olursa artık bu saymamazlık) kendi kendime kalabilmekte ustalaştım diyebiliriz.
  Bu ustalaşma büyük gelişme arkadaşlar, şaka yapmıyorum. Haftalarca kimsenin arayıp sormadığı oldu. Ya da sadece bir şey sormak için aradılar. Kendi kendimi de, kimseye ihtiyaç duymaksızın paşalar gibi eğlendirdim ben de. Zaten böyle bir kabiliyetim vardı lakin hiç bu kadar uzun süre bunu yapmak zorunda kalmamıştım.

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Karamsarlığımıza

  İnsan uzak bir yere varmayı aklına koyduğunda, önemli olan yolun nasıl geçeceği midir, yoksa
varılan yerin güzelliği mi?

 Ya da gerçekten bu iki etmenden ikisi de aynı anda önemli olamaz mı? Size en güzel bahçeleri, en güzel gökyüzünü, yıldızları, geniş salonları, ferah balkonları, hoş sohbetleri, en güzel yemekleri, pırıl pırıl parlayan denizi... her şeyin en iyisini vaat etseler de, çıplak ayakla çivilerin üzerinden o yolda yürür müydünüz? Peki ya başka bir senaryo uyduralım: Yol muhteşem, inanılmaz bir seyir keyfi var; fakat varacağınız yer ızdırap dolu, evinizden çıkar mıydınız?

 Daha yuvarlak bir soru sorayım öyleyse, her şeyi kapsayan: Konfor alanınızı terk eder miydiniz?

  Peki ya nedir bu tedirginlik? İlla birinden biri kötü olmak zorunda mıdır? Yol da güzel, durak da. Hayatın bir sınav kaynaklı olduğuna inandığımız için çoğumuz, kapılıyor gidiyoruz içimizdeki karamsarlığın tohumuna. Suluyoruz, suluyoruz büyütüyoruz onu. Oysa inanırsak, inanırsak her şeyi kendi ellerimizle güzelleştireceğiz belki.
  Kendi elimizle güzelleştirdiğimiz şey de, yolun zorluklarını temsil etmez mi öyleyse? Ben onun güzel olması için canımı dişime takıyorsam eğer, çırpınıyorsam sürekli gerçekten de o yol, durak, adına her ne derseniz deyin; güzel midir?
   Ah, bakın yine tuttu karamsarlığım. Karanlık düşünceler üşüşüyor zihnime. Bembeyaz bir sayfada mürekkep lekesi gibi... Anlamsız fakat bir kere o sayfayı kirletmiş ya, insan yazacağı şeyi yazarken gözünü o lekelerden alamıyor.

18 Mayıs 2020 Pazartesi

"Beni yaz." demiştin:


  Yazdım işte.
  Aslında i
nsanın eline kalem kağıt almadan yazması çok basittir. Gözleri boşlukları doldururken kalbindeki, sözcükler dikilir kalır bir kardelen gibi göğsündeki. Yazdıkça yazar aklım senaryolar, bilmeceler… Böyle giderse paragraflar, benim bu gerçekliğe bağlantımı kesecekler.
  Her şey tuşlara basana dek. Sonra bir büyü, bir tılsım koparıp atar anlamları; yarı ölü, yarı canlı kelimeler sarar sayfa  kenarlarını. Bir harf devrimini, matbaa icadına dönüştürür gibi manasız ayaklanmaların infazcı meleği;  sonu olmayan bir yolculuğa adım atmış, almış başını kaçmış, sarsıyor kendi bedenini.
    Önceki hayatımda bir kış geçti üstümden; üstüne yüz kere, bin kere ölsem de soğuğu geliyor peşimden. Şimdi sen tutmuş bana belki de karın verdiği huzuru sunarken, nasıl güveneyim beyazın gölgesi bu kadar parlakken?
   Önceki hayatında belki bir yaz geçirdi seni kendinden. Savaşlarla, yıkımlarla dolu ışıl ışıl bir yaz. Derin sularda yüzerken, serin kalplerde boğulmuşsun avaz avaz. Ne yaparsam yapayım, bu güneşin ışığı, şemsiye altındaki birine az.

27 Nisan 2020 Pazartesi

Karantina Günlükleri #4

  Eve kapanmamızın bilmem kaçıncı günü, artık isyan modundan çıkıp olanları kabullenme evresine geçtim. O gün bugündür, saatlerim daha bir neşeli geçiyor sanki. Günler daha verimli. Sevdiğim şeyleri yapıyorum. Bir şey aklımı kurcaladı mı, hemen açıp bakıyorum; araştırıyorum.
  Sanırım bu evde geçirdiğimiz vakti olabilecek en iyi şekilde değerlendirmeliyim. Uzun süredir okumayı ertelediğim kitapları okuyorum mesela. (Şeker Portakalı'nı 21 yaşında okumak ayıp sayılır mı?) Hep dans öğrenmek istemişimdir, Youtube sağ olsun deniyoruz bir şeyler. Sonra daha bugün yogaya başladım. Her gün olamasa da (malum ramazan) haftada bir iki kez yapabilirsem daha iyi hissedeceğime inanıyorum. Yalnız matım yok evde, o sıkıntı biraz.
  Mental olarak süperim. Sanırım geçmişteki her şeyi aştığım ve geleceğin bana sunacağı şeyler için aşırı derecede heyecanlı olduğum bir dönemdeyim. En kıymetli şey şu hayatta, insanın sevdiklerinin ve kendisinin ruh ve beden sağlığı. Gerisini salla gitsin.

  Karantina yazılarını da haftada bir yazıyordum fakat hem okunma az, hem de gerçekten bu noktaya gelene kadar çok umutsuz olduğum günler geçirdiğim için ara verdim. Bugünse geri döndüğüm için çok mutluyum çünkü size önereceğim şeyler birikti! Zaten daha önce belirtmiştim, bu seri için beş yazı yazmayı planladığımı. Bu dördüncü... Bu seri bittikten sonra ne yazmamı istersiniz?
   Yaz Kitaplarım, belki? Hani, her sene yaz tatilinde okuduğum kitapları yorumluyordum ya... Sonuçta bu sene yaz tatilini birazcık erken başlattık. (Üç ay kadar erken). Belki ben de Mayıs'ta "Yaz Kitaplarım 2020" serisinin açılışını yaparım. He, eğer blogta yeniyseniz bu son paragrafta bahsettiğimden de bir şey anlamadıysanız, yukarıdaki etiket çubuğundaki "Yaz Kitaplarım" yazısına tıklayıp bir önceki senelerde yazdığım kitap yorumlarına bir göz atabilirsiniz.

  Artık yavaştan yazımızın konusuna geçelim.

23 Nisan 2020 Perşembe

Kavanoz Meselesi

  Yazıma çok sevdiğim bir anıyla başlamak niyetindeyim. Hayır, bu benim anım değil. Cher'i bilmeyen yoktur diye tahmin ediyorum. Amerikalı bir şarkıcı. Ünlü bir kadın. Şu an yetmişli yaşlarında. Bir röportajında anlatıyor bu anısını. Öyle derin bir manası yok. Uzunca da bir şey değil. Lakin anlayana (özellikle hem cinslerime) ders niteliğinde.
  Bir gün annesi ona, artık zengin bir adamla evlenmesi gerektiğini söylüyor. Cher de şöyle durup annesine aynen şu efsaneleşmiş cümleyi kuruyor: "Mom, I am a rich man."

  Bu üç cümlelik girişimden, yazının konusunu çıkarmak zor olmamalı. Biraz eleştiri, biraz tartışma edasında, bu hem cinslerimin "güçlü olamama" durumunu irdelemek istiyorum. Aslında bu konuyu hangi ucundan tutsam elimde kalıyor. İşin içine hem fakatlar, amalar, lakinler giriyor. Yine de dünden beri düşünüp duruyorum ve yazamadan edemeyeceğim.

  Öncelikle, hiç Duygu Asena okudunuz mu? Okumadıysanız tavsiye ediyorum. Bloga bir kitabını yorumlamıştım hatta. Bir bakarsanız, bulabilirsiniz.

8 Nisan 2020 Çarşamba

Karantina Günlükleri #3

   Ben üçüncü yazıyı yazıyor olabilirim ama sanki karantinanın yüzüncü günündeyim. Geçen hafta, bunalımlardan çıkıp çıkıp geri girdim. Nefes alamıyorum artık. Şükürler olsun bugün kendimi biraz toparlayabildim de gecikmeli de olsa buradayım.
   Geçen gün nette, bu salgın hastalık sürecinde duygu iniş çıkışlarının, kaygılanmaların, bazı günler hiçbir şey yapmak istememenin normal olduğunu okudum. Meğer bu kötü duygularla, şu sıralar bir tek ben savaşmıyormuşum, psikolog bir ablamız yazmış. Nitekim ben bunları sadece salgın sürecinde yaşamıyorum, son bir iki yıldır karakterim inişli çıkışlı biri olmam yönünde evrildi. Bir gün çok iyi, ikinci gün tam bir cadı, üçüncü gün de uyumaktan başka hiçbir şey yapmayan biri olabiliyorum. Yani aslında bu duygu halleriyle nasıl savaşmam gerektiğini de biliyorum. Etrafımdaki kimseyi bulaştırmadan kendi içimde sorunlarımı halletme konusunda antrenmanlıyım.
   Sonuçta herkesin kocaman bir  buz dağı var. Hani şu batmaz denilen Titanik'i bile batıran türden. Biz sadece suyun üstündeki, görmemize izin verilen kısmına bakabiliyoruz.

30 Mart 2020 Pazartesi

Karantina Günlükleri #2


Vallahi yıldım. Geçen hafta “Üç haftalık karantina zaten, her hafta yaptıklarımı yazar yayımlarım” düşüncesiyle başladığım yazı dizisi, o üç haftalık karantina uzatıldığı için (malum okullar açılmayacak) artık “Karantina Günlükleri #1500” başlığını atıncaya dek uzar. Siz de beni bu kadar okuma meraklısı değilsiniz bence. Bu sebepten, seriyi beşinci yazıda bitirip tadında bırakmalıyız, diye düşünüyorum.  Yıllar sonra diğer nesiller için de kısa ama öz bir durum yazısı olur. “Anneannelerimiz, dedelerimiz bu Koronavirüs belasından dolayı evlerine tıkıldıkları vakit ne yapmışlar?” diye kara kara düşündüklerinde açar beş yazıyı okur geçerler.

  Benim neden yıldığıma gelirsek, inanın bilmiyorum. Yani bence evde zamanımı iyi idare ediyorum. İlk günler sosyal medyada fellik fellik gezerken, şimdi gün içinde azıcık, geceleri uyku tutmayınca yorgan altında ünlüleri stalklayıp, çıkan fragmanlar izlemece haricinde pek telefonu elime almıyorum. Dizi film çılgınlar gibi izliyordum, son iki gündür onu da yapmıyorum. Bazen bir şeyler izlemek beni yoruyor. Öyle zamanlarda çay koyup pencereden gökyüzüne bakıyorum. İyi geliyor. Kuşlar, bulutlar, göz kamaştıran güneş… Gerçi geçen hafta hava yağmurluydu. Olsun yağmuru izlemek bile güzel.
   Yani temelde, yılmak için hiçbir sebebim yok.
   Ne diyebilirim ki? İsyankar ve memnuniyetsiz bir insanım. Beni mutlu eden saçma sapan küçük şeyler de genelde diğer insanları mutlu etmez. Bir şekilde yine genelden farklıyız işte. Nazar boncuğu olsun.
  
  Yeni hobim, güldüğüm twitleri kankilerime atmak. Twitter kullanmayanlara da ekran fotoğrafı çekip atıyorum. Hem ihtiyacım olan boş muhabbet ihtiyacını karşılamış oluyorum hem de değer verdiğim insanlar az da olsa tebessüm etmiş oluyor (umarım öyledir yani). Allah herkese benim gibi kanki versin.
  Bu arada ilk yazıda başlık başlık ilerlemişiz yine o şekilde devam edelim. Buyurunuz ilk konumuz:

20 Mart 2020 Cuma

Karantina Günlükeri #1

  Arkadaşlar selam.
  Malumunuz hepimiz garip günlerden geçiyoruz. Adeta bir bilim kurgu filminin içine tıkılmış küçük figüranlarız şu sıralar. Oysaki tam bahar geldi. Gönlümüz çiçek açmak üzereydi, değil mi?
 Normalde de evde durmayı seven bir insanın aslına bakarsanız. En azından öyleydim. Sonra bir veya iki yıldır nefret ediyorum. Duvarlar üstüme üstüme geliyor. Nefes alamıyorum. Şu sıralar mecburiyetimiz evde kalmak olduğu için, kendimle başbaşayım sürekli.  Bu başbaşalık peşinde bolca düşünceyi getiriyor, ne yazık ki.
  Bugünlerde çok yazasım var. Bu aydınlanma, ilham, yazma isteği, paylaşma arzusu... artık ne derseniz, başıma sadece iki durumda geliyor. Çok mutlu olduğumda ya da çok üzgün olduğumda. Zaten genel olarak bakarsanız, tüm güzel yazılar da insanlığın doğasının temelinde olan bu iki duygu aracılığıyla yazılmış.
  Şimdi de biraz oradan, biraz buradan kısacası (ismimizin hakkını vererek) her yerden bahsedeceğim size.
   Bunu karantina başlığı altında; evimizde oturduğumuz, hastalığın yayılmaması için elimizden gelen her şeyi yaptığımız haftalar boyunca (şimdilik 3 hafta gibi görünüyor, umarım uzamaz.)  yapmayı düşünüyorum. Hem bana uğraş olur, hem de siz de okuyacak bir şeyler bulmuş olursunuz. Okumanın haricinde yeni önerilerde bulunacağım için belki size "evde oturma" rehberliği etmiş olurum. Benim hayatımın yüzde sekseni evde oturmak olduğu için, bu rehberliği yapmak haddime diye düşünüyorum.

  Eeeee, çayınızı kahvenizi hazırladıysanız; başlayalım:

15 Mart 2020 Pazar

Küçük Kıyamet

  Tamam, biliyorum; boşladım sizi biraz. Ne zaman yazmaya çalışsam, kelimeler bir anda aklımı terk ediyor sanki. Yazmayı düşünürken, asla karşılaşmayacağım bir insanla, asla yapmayacağım bir tartışmanın hayali içine düşüyorum her defasında. Sonrası, zihnim bir savaş alanı. Benim gibi biri için duygularını anlatmaya çalışmak hem çok kolay hem de dünyanın en zor işi. Bundandır ki işte, bir bir kayboluyorum harflerin menzilinde.
   Aslında tam da yazılıp, tarihe geçirilecek zamanlardan geçiyoruz. Her yerde ölüm korkusu ve kıyamet habercileri. Şahsi kanaatimce, bu kadar kötülüğün olduğu bir dünyada hepsi bize müstahak. İnanın, çocuklar ve hayvanlar dışında; kime ne olursa olsun, hiç ama hiç üzülmüyorum. Üzülemiyorum. Yalnızca kızıyorum.

   Adalet yavaş yavaş yerine getiriliyor sanki. Eskiden kendimi yiyip bitirirdim "Nasıl adaleti sağlayabilirim şu küçücük benliğimle;nasıl acısını çıkarabilirim bu başa gelen kötülüklerin aciz bedenimle?" diye. Şimdi, biraz acımasızca olsa da felaket haberleri beni endişelendirmeye yetmiyor. Dünya'ya meteor çarpacakmışş, diyorlar. Olsun, diyorum. Ben en çok kendi sevilmediğime yanarım.
   

11 Şubat 2020 Salı

Kadın, Adam ve Bir Ayrılık


Kadın:
   Bazılarını kırmak kolaydır. Ufacık bir bakışla bile parçalara ayrılan insanlar gördüm ben. Hisli
insanlar. O insanlar, genelde kırıldıklarını belli etmeyen insanlar olurlar. İçlerinde yaşarlar. Fakat, derinlerinde bir yerde, fark edilme arzusuyla yanarlar. Hansel ve Gretel gibi, ekmek kırıntıları bırakırlar arkalarında. Bulunmak, keşfedilmek için. Biri o kırıntıları takip etsin isterler. Yaralarını saracak biri olsun isterler. Kalplerine biri dokunsun, o dokunuş işe yarasın isterler.

   Bavulunu toplarken, ardında bıraktığı adam için en iyisini diliyordu. O adamın da biri kalbine dokunsun ve şimdi giderecek onun kalbinde açacağı yaraları biri sarsın, onun için bunu diliyordu. Hızlıca dolabın kendi tarafında duran tüm askıları boşaltıp, yatağın üzerindeki bavulun içine fırlattı. Katlamaya vakit yoktu. Bunun önemi de yoktu.
  Her dakika bu gidişi daha zor kılıyordu.
  Hemen gitmeliydi.
  Bu evde bir şey bırakmadan gitmesi gerekiyordu. Eğer bir şeyini burada unutursa, adam o şeyi her gördüğünde üzülecekti. Bir tişört unutacaktı belki… Adam o tişörte sarılarak ağlayacaktı. Ezkaza parfüm şişesini bırakırsa ya? Adam onu koklar öyle uyurdu.

8 Şubat 2020 Cumartesi

Oscars 2020 #5: 1917

  Veeee yılın son Oscar Adayı incelemesiyle karşınızdayım. Vallahi bu sene filmler arasında ezeli bir rekabet var gibi fakat benim gönlümün birincisi 1917. Çünkü tam olarak kalbime dokundu.
  Bir önceki sene favorim Cold War'dı. Hakkı yendi. Ondan önceki sene Three Bilboards Ebbing, Missouri'ydi. Onun da hakkı yendi. Bu sene aynısı 1917'nin başına gelecek eminim. Çünkü tahminlerimde genelde haklı çıkıyorum. Bu senenin en büyük kazananı Parasite olacak, sonrasında da Joker. Belki kafa kafaya. İkisini de yorumladım. Blogta var.
  Şimdi 1917'ye geçelim. Birinci Dünya Savaşındaki iki İngiliz askerinin başka bir cepheye haber götürme çabasını konu alıyor film. Zaten savaş filmi denince bende akan sular duruyor. Allah'ım beni neden kaos sevici bir insan olarak yarattın? (Savaşa hayır, savaş filmlerine sonuna kadar evet!)
  Bu iki askerimiz eğer haber götüremezse, (yolda ölürlerse, zamanında yetişemezlerse falan filan...) yüzlerce İngiliz askeri tuzağa düşecek. Yani savaşın gidişatını değiştirecek çok önemli bir görevleri var.

  Konusu ilginizi çektiyse devam edelim:

7 Şubat 2020 Cuma

Oscars 2020 #4: Joker

  Selamsız sabahsız konuya dalmak istiyorum: Beni büyük hayal kırıklığına uğratıyorsunuz. Bu cümleden sonra bu hayal kırıklığının nedenini de öğrenmek isteyeceksiniz tabii. Hemen yazayım. Okumuyorsunuz. Okunmuyorum. Bir önceki yazı (Parasite) şu ana dek en ama en az okunan yazı oldu. Tebrik edemiyorum, edecek bir yanı da yok.
   Her zaman, okunmak için değil, sadece canım istediğim için yazdığımı belirttim burada lakin bu da biraz gurur kırıcı açıkçası. Hele bu hafta boyunca yayınladığım tüm yazıları hasta yatağımdan kalkarak yazdığım düşünülürse...
 
   Kısacık bir sitem etmek istedim. Bu site, bence, daha iyisini hak ediyor. Sizce?

  Şimdi Joker'e dönebiliriz. Joker, bir çigi roman uyarlamasından fazlası. Elbette bunu izleyen herkes anlayacaktır. Zaten bu sebepten olacak ki, bu sneeki ödül sezonunu sildi süpürdü. Bunda da en iyi etken, benim kanaatimce, Joker'e hayat vermeyi geçtim, adeta Joker'e dönüşmeyi başarabilmiş, kendinden başka bir ben daha yaratıp onu Joker'e adamış olan Joaquin Phoenix...
  Bu övgü dolu sözlerim elbette Heath Ledger'ın Joker'ini daha az sevdiğim anlamına gelmesin. Benim için hala bir numara Dark Knight'ta izlediğimiz o efsanevi performans. Hatta Heath yaşasaydı da ona da bu şekilde bir solo film çekilseydi ne derece iyi bir iş izlerdik diye merak etmeden duramıyorum. Eminim mükemmel olan Joker (Joaquin Phoenix'in Joker'inden bahsediyorum) filminden, daha mükemmel, sınırları aşmmış ve seyirciye büyük keyif verecek, etkileyecek bir filmle karşılaşırdık.
Fakat elbette bu mümkün değil artık. Yine de Joker, Dark Knight ile kalbimizde açılmış bu "Heath Ledger'ı solo bir Joker filminde izleyememe" yarasını iyi kapatıyor.

5 Şubat 2020 Çarşamba

Oscars 2020 #3: Parasite

  Benden yeni bir yazı bekleyen herkese selamlar olsun. Ölüyorum. İkinci yirmilik dişi ameliyatımı oldum ve şu an yüzümün yarısı su balonu gibi şişti. Minecraft'taki kare suratlara benziyorum. Şükürler olsun ki ağrı kesici diye bir icat var ki şu anlık beni blogu güncelleyecek kadar iyi tutuyor. İşin kötüsü ki, bu en sinir bozucu kısım, çorba hariç bir şey yiyemiyorum. Uyuyamıyorum da... Zaman bir türlü geçmek bilmiyor. E ben de napayım, burada buldum kendimi. 

   Ben bu sene ödül sezonundan hiç mutlu değilim. Academy, Twitter hesabında, yanlışlıkla Oscar kazananların tahmnini bir listesini paylaşmış. Gerizekalı mıdır, nedir? Muhtemelen de kazananlar o listedekiler olacak. Of bütün heyecanı kaçtı şimdi olayın!
   Yine de adet bozulmasın üçüncü filmimiz Parasite hakkındaki düşüncelerimizi yazalım. 

   Ya, herkes o kadar beğenmiş, ayılmış bayılmış ki Parasite isimli filme, ben vallahi bu kadar abartılacak ne var anlayamadım. Dikkatli dikkatli izledim, yooook; bulamadım. Ortalama bir film işte yahu!

28 Ocak 2020 Salı

Şişmiş Bir Çift Göz

  Yalnız başıma, önümde yarısı yenmiş, yenmemiş de adeta kemirilmiş, bir yemeğin artıkları; deniz gören bir alışveriş merkezi terasında oturuyorum. Biraz önce, yemeğin siparişini verdiğim çalışan kıza garip bir soru yöneltmişim. Soru öylece, düşünmeden, direkt ağzımdan çıkmış: "Gözlerim şişmiş mi?" Kız da hiç yadırgamamış beni. Sanki görüntüm umrumdaymış veya gözlerimin şişmiş olması beni daha da çok üzecekmiş gibi "Hayır ama iyi misiniz?" demiş. Tabii ben o an gözlerimin şiş olduğunu biliyordum. Göz kapaklarım alt kirpiklerimle buluştuğu an, sanki tuzlu bir suda gözlerimi açmışım da kapatmak bilmemişim gibi acıtan o batma hissi sağ olsun, her şeyin farkındaydım.
  Ayrıca birkaç hafta sonra, ben bu yazıyı yazarken artık bana o kadar da samimi gelmeyen, geveze bir arkadaşım, o gün çekilmiş bir fotoğrafımı görecek ve şu cümleyi kuracak: "Şu haline bak, yazık ediyorsun kendine. Sana diyecek söz bulamıyorum." Oysaki onun hep diyecek, saatlerce kafa şişerecek ve sen bir şey söylediğinde seni geçiştirecek bir sözü vardır. Hayret doğrusu.

27 Ocak 2020 Pazartesi

Oscars 2020 #2: The Irishman

Vallahi o kadar çok yazı yazmaya üşeniyorum ki şu sıralar... Daha doğrusu yaşadığımı belli edecek bir eylemde bulunmaya üşeniyorum. Yorganın altına girip sonsuza kadar dizi-film izleyesim var. (Bu sıralar çılgınlar gibi New Girl izliyorum, hak ettiği değeri görmeyen aşırı komik bir dizi, önerilir.) Yine de, başladığım bir işi yarım bırakmaktan asla hoşlanmadığım için 5 yazılık Oscars dizisinin 2. bölümüyle karşınızdayım, arkadaşlar. Irishman efsanelerin toplandığı üç buçuk saatlik bir yapım. Fakat korkmayın, bu yazı o kadar da uzun olmayacak.


 Efsanelerin toplandığı, dedim; çünkü cidden sinema tarihinin en usta iki oyuncusunu, belki de son defa birlikte izleme şansı buluyoruz. (Şahsen efsaneler arasına Joe Pesci'yi katasım gelmedi.) De Niro ve Pacino. Favorim Al Pacino... Adamın ses tonunu duyunca bile keyifleniyorum, ayrıca duygulanıyorum da... Aklıma Michael Corleone geliyor. Sonra tüm Godfather serisi gözümün önünden geçiyor. Arkadan o eşsiz soundtrack çalmaya başlıyor. Gereksiz bir yükseliyorum, "Keşke mafyaya gelin gitsem." diye iç geçiriyorum...
   Tabii hemen bu düşünceleri dağıtıyoruz arkadaşlar. Bireysel silahlanmaya hayır.

18 Ocak 2020 Cumartesi

Oscars 2020 #1: Marriage Story


 Canlarımmmm, işte ennnn sevdiğim yazı dizisini yazma zamanı yine geldi çattı. "Oscars". Bu sene, adaylığı olan
beş film seçip, naçizane yorumlarımı sunduğum üçüncü sene.Sanıyorum adayların arasından film seçmekte en çok zorlandığım sene de bu sene.
  O kadar kaliteli yapımlar görmüşüz ve ben de aç köpek gibi çoğunu izlemişim adaylık alan filmlerin. Şimdi de tatlı canım hepsini yazmak istiyor. Fakat geleneğimiz bozulmasın diye yalnızca 5 film yorumlamakta kararlıyım. Belki hızımı alamazsam törenden sonra bir de "Oscars 2020 #Bonus" yazısı yazarım. Belki ama.
  Aman ben ne açıklıyorum acaba ya... Takıldığım şeye bak. Film seçememişim, bilmem ne! En büyük derdim bu olsun! Amin!
  Bu arada, geçen iki senenin yazılarını merak ettiyseniz yukarıda bir çubuk var ya hani, konu başlıkları yazan, he işte orada, "Oscars" yazısının üstüne tıklayabilirsiniz.

  Gelelim bu sene, şanlı blogumda yorumlanmaya layık olan beş filmimize. İlki, zaten başlıktan da anlayacağınız üzere Marriage Story. Ona sonra geleceğiz. Şimdi size tam listeyi veriyorum. Belki hepsini önden, pat pat izlemek istersiniz:

7 Ocak 2020 Salı

Tozlarla Kaplı Bir Evren: His Dark Materials

   Bilgisayarları, telefonları veya tabletleri başında bu siteyi ziyaret edip; yazdıklarımı okuyan herkese selam olsun. Size kalitesinin aksine çok az konuşulan, hak ettiği değeri henüz görememiş olan bir dizi önerisi yapmaya geldim. His Dark Materials.
   Konuya balıklama atlamadan önce biraz, şu sıralar sıkıntı etmeye başladığım bir konuyla ilgili, buraya da birkaç kelam yazmak istiyorum. Eğer direkt dizi yorumuna geçmek isteseniz sıradaki birkaç paragrafı okumadan geçmenizi öneririm.

  Okuyucularım, eğer bu sayfada en alta inerseniz, sonrasında da biraz sayfaları ilerletirseniz "Unutsam mı, Unutmasam mı?" başlıklı bir yazıyla karşılaşacaksınız. O, bu blogtaki en eski yazı. 15 Eylül 2015'te yazılmış. Tam oradan okumaya başladığınız taktirde, bu 4 seneden fazla olmuş süre zarfı boyunca, yalnızca yayınladığım 137 yazı olduğunu fark edeceksiniz. Şimdi böyle söyleyince az gibi geldiyse size, gelmesin. Bir yazıyı düşünme, kulağa ve gönle hitap etmesini sağlama, görseller ekleme, tüm bunları yaparken kendi ruhundan bir parça ekleme, hele bir de yaşanmış bir şeyi yazıyorsan kimsenin sınırlarına saygısızlık etmeden bunu yapmaya çalışmak oldukça zor. Yani burada yaptığım hiçbir şey "az" olmadı hiçbir zaman. Ve kimsenin de yazdığıklarımın tek bir kelimesini hor görmesine izin vermem. Blogum benim, ben olabildiğim tek yer.

3 Ocak 2020 Cuma

Misafir


 Yeni yılın, ilk yazısı ne olsun diye düşünüyorum uzun süredir. Boş sayfaları doldurup doldurup silmek beni son birkaç gündür aşırı yoruyor. Ama ne bileyim, burası benim kendime hediye edebildiğim, uğruna çaba gösterebildiğim ve şu an için ”evim” benimsediğim tek yer ya, galiba bundan, çok önemsiyorum. Çok.
    Hazır çok demişken, bu yazı yazıp silmelerimin bir  nedeni de yazacak çok şeyimin olması. Hangisini sizinle paylaşsam, hangisini yorumlasam seçemiyorum. Aklımda da bu denli aşırı yükleme durumu hüküm sürerken, yazdıklarımda hep konudan konuya atlarım, paragrafları çorba ederim. Huyum bu. Zihnim bir türlü susmaz. Bazen kendi alnıma bir şaplak atıyorum, kafama vuruyorum hafifçe,  “sus be!” diye kendime kızıyorum. İnsan iç sesini  kalbiyle duyar, kulaklarıyla değil. Ben kulaklarıma bağıran tiz bir sesi dinlemeye mecburum!
   O sesi kelimelere dökmek bu yüzden zor.

   Yine de bir karar verdim sonunda. Bugünkü dersin sorusu ve pekala konusu şu: “İnsanları Değiştirebilir Miyiz?”