8 Nisan 2020 Çarşamba

Karantina Günlükleri #3

   Ben üçüncü yazıyı yazıyor olabilirim ama sanki karantinanın yüzüncü günündeyim. Geçen hafta, bunalımlardan çıkıp çıkıp geri girdim. Nefes alamıyorum artık. Şükürler olsun bugün kendimi biraz toparlayabildim de gecikmeli de olsa buradayım.
   Geçen gün nette, bu salgın hastalık sürecinde duygu iniş çıkışlarının, kaygılanmaların, bazı günler hiçbir şey yapmak istememenin normal olduğunu okudum. Meğer bu kötü duygularla, şu sıralar bir tek ben savaşmıyormuşum, psikolog bir ablamız yazmış. Nitekim ben bunları sadece salgın sürecinde yaşamıyorum, son bir iki yıldır karakterim inişli çıkışlı biri olmam yönünde evrildi. Bir gün çok iyi, ikinci gün tam bir cadı, üçüncü gün de uyumaktan başka hiçbir şey yapmayan biri olabiliyorum. Yani aslında bu duygu halleriyle nasıl savaşmam gerektiğini de biliyorum. Etrafımdaki kimseyi bulaştırmadan kendi içimde sorunlarımı halletme konusunda antrenmanlıyım.
   Sonuçta herkesin kocaman bir  buz dağı var. Hani şu batmaz denilen Titanik'i bile batıran türden. Biz sadece suyun üstündeki, görmemize izin verilen kısmına bakabiliyoruz.

   Neyse darlanmayalım şimdi durduk yere. Sabah uyanıyoruz, şöyle ballı çörekli, krallara, paşa kızlarına layık kahvaltımızı yapıyoruz. Şahsen ben kahvaltı yaparken modumu bir nebze yükselttiği için magazin izliyorum. (yorumcuların yaptığı yorumlar filan komiğime gidiyor). Sonra şöyle güzel bir türkiş kafiii içip fal kapatıyoruz. Falın soğumasını beklerken şipşak bir şekilde ne işimiz varsa onu hallediyoruz. (yani affedersiniz ama hayvan gibi yazı ödevim olduğu için onu yazıyorum ben...) Sonra biraz daha magazin, kitap, film derken günü kapatıyoruz. Bence bir güne nasıl başlarsanız öyle gidiyor. Bazı zamanlar kahvaltıyı suratsız suratsız yapıp geri uyuyorum mesela. Bu da normal. Her gün verimli geçmek zorunda değil sonuçta. Biz de insanız.

   Giriş kısmını biraz uzattım fakat sizlerle dertleşmek, klavye başına geçtiğimde beni rahatlatıyor. Şu sıralar okunmamız sayım az aslında. Ortalama sayının beşte biri kadar... Hiçbir zaman tıklanma sayısı kaygım olmadığı aşikar olsa gerek, zaten umursamıyorum. Yazdıkça yazıyorum işte. Bir gün olacağı varsa olur elbet, her şey.
   Şimdi konumuza dönelim mi?

    Haftanın Filmi: 

   Geçen hafta bu yazıda Terminatör serisini izlerim, demiştim. İzlemedim. Onun yerine Lord of The Rings izledik. Her izlediğimde ayrı etkisi altında kalıyorum. Bu sefer Faramir'den çok etkilendim... Babası tarafından sevilmemiş, canlı canlı yakılmak üzere olan bir insan sonuçta. Gönlüm benim hep böyle yıkık insanlara kayıyor... Ne yapayım yani?
    Ama elbette size LOTR izleyin demeyeceğim, çünkü yuh yani artık herkesin izlemiş olması gerekiyor??????
    Onun yerine aşk sahneleriyle kalbimi zıplatmış, dini, bilimi, dünyadaki kötülüğü merkezinde işleyen bir film önereceğim: Submergence.

    Oscar ödüllü Alicia Vikander ve kalbimin sahibi James McAvoy başrolde. James'in dizisini de yazmıştım bloga hatırlar mısınız, bilmiyorum. "His Dark Materials". Çok kalite dizi. Yazının linkini bu cümleye ekliyorum, tıklarsanız bir göz atabilirsiniz. 
   Filmimize dönelim; aşk sahneleri beni benden aldı. O kadar güzel bir kimya yakalanmış ki... En umutsuz anlarda bile, sevdiğiniz insanı düşünerek hayata tutunmak... çok güzel bir duygu olsa gerek; film bunu çok iyi yansıtıyor.
  Konusunu biraz daha net açıklayayım size. James (filmde de adı James) bir ajan. Ajan dediysem öyle silahlı aksiyon tarzı bir ajan değil. Teröristleri, canlı bombaları filan buluyor. Dani ise okyanusun en altındaki yaşamı araştıran bir bilim kadını. Bu, bambaşka dünyalara ait ikili bir otelde tanışıp aşık oluyorlar. Bir iki gün geçiriyorlar. Sonra James, Somali'ye göreve gidiyor, Dani de deniz altına araştırma yapmaya gidiyor. İkisinin de canı tehlikede yani.
  James teröristler tarafından işkence görürken, Dani de ondan mesaj bekliyor, işine konsantre olmaya çalışıyor (çocuğun ajan olduğundan haberi yok).
   Fakat dediğim gibi, sadece aşk filmi değil Submergence. Bazı sahneleri izlerken kanınızın donacağı, etkileyici bir yapım.
  Kitabı da varmış. Alınıp okunmalı.
  Fragman: 

  Film Önermemesi: The Platform
    Böyle bir başlığı ilk hafta da atmıştım. Vallahi izlediğim her şey mükemmel çıksın, bana zevk versin istiyorum da, tabii mümkün olmuyor. Şimdi sayıp söveceğim filmi de mübarek herkes beğenmiş. Öyle ballandıra ballandıra anlatıldı ki, açtık bütün aile izleyelim diye... hayal kırıklığının daniskası oldu.
  Bütün aile izlenecek film değil, bu bir.
  İkincisi senarist insanlara gizli gizli bir mesaj verelim diye yazmış senaryoyu, gizlisi saklısı yok baya açık seçik bütün mesajlar meydanda.
  Üçüncüsü sonu ne kadar iğrenç bitti, ne kadar iğrenç...
  Dördüncüsü, madem cesur bir film yapmak istediniz, neden insan  eti sahnelerini, kanı, o vahşiliği daha net göstermediniz???? Belki bir nebze de olsa etkilenirdik filmden. Olmadı korku filmi olarak izlerdik. 
  Beşincisi oyuncuları beğenmedim. Yaşlı amca ve en son oda arkadaşı olarak gelen siyahi arkadaşın oyunculukları rezaletti.
   Altıncısı, entel dantel geçinen kesim çok sevmiş. Yani emin olun dandik bir film.
  Yedincisi, spoi vermemek için ayrıntı yazmayacağım; aşırı derecede mantık hatası mevcut.
Kısaca felsefe midir her ne halt diye adlandırırsanız, bu filmdeki mesajsa ben istemiyorum, kalsın.

 Biraz Şiir:


 Bugün 8 Nisan. Yani benim çok sevdiğim şair Didem Madak'ın doğum günü. Müzik de elbet ruhun gıdasıdır fakat şiir benim için bambaşka. İnsan ruhunun doyduğunu hissediyor güzel bir iki mısra okuyunca. Öyle ki, Didem Hanım'ın yazdıkları beni birçok açıdan etkilemiştir. Her daim de yeri bambaşka olan şairlerden biri olarak kalacaktır.
  Çünkü bazen insan, başkası tarafından yazılmış da olsa, karşısına çıkan o iki satıra bambaşka anlamlar yükleyebiliyor. Bazı anlar o iki satır ile ilişkilenmiş oluyor ve ömrünüz boyunca o anları içinde hapsediyor. Okudukça geçmiş geliyor aklınıza.
  Didem Hanım'ın da çok özel bir şiiri var ki, zamanında kendimden bile çok sevdiğim birini bana hatırlatıyor. O mısraların hangisi olduğunu paylaşmayacağım. Faka oldukça uzun olan bu şiirini okumanızı tavsiye ediyorum. Azıcık da olsa şiirden anlıyorsanız, seveceğinizden eminim.
  Şiirin adı "Ah'lar Ağacı"

  Bu haftalık benden bu kadar. Dördüncü haftamızda görüşmek üzere. Esen kalın, evde kalın. 

  Herkesin kötü ruh hallerinden kurtulabilmesi dileğiyle...

  



   


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder