Aslında benim favori karakterim Maddy. (" I'm not spossed to be here right now because I'm dressed like a hooker and none of you liked me!") Dizinin en ikonik karakteri. Makyajı, giyinişi, hareketleri, sözleri... Tam bir diva. Gereksiz ve kasıntı, sırf viral olsun diye yazılmış bunalım üstüne bunalım bir karakter olmadığı için herhalde. Nate ile aralarındaki toksik ilişkinin gidişatını izlemek ilk sezon bana keyif vermişti. Umarım ikinci sezonda daha çok izleriz.
Biz gelelim özel bölümlerimize. Biri Aralık ayında öteki de bu hafta olmak üzere, ikinci sezondan önce tadımlık iki bölüm çekmişler. Trouble Don't Last Always isimli bölüm (bu iki bölüm arasından ben en çok bunu beğendim) Baş kahramanımız Rue'nun iç dünyasına kısa bir bakış atıyor. Ama sadece bu değil. Bölümü izlerken o kadar yoğun duygulara yenik düşüyorsunuz ki, bazı sahnelerde ağlamamak için kendimi zor tuttuğumu söyleyebilirim.(ama başarılı olamadım, göz yaşlar şelale)
Rue zaten uyuşturucu bağımlılığı ile uğraşıyor, Jules'a aşık, babası öldüğü için dünyayla bir savaş halinde. Onun o ergen tavırları Zendaya'nın mükemmel oyunculuğu ve inanılmaz iyi senaryo ile birleşince tadından yenmiyor. Zaten bu sene interaktif olarak gerçekleşen Emmy töreninde Rue rolü ile Zendaya ilk Emmy'sini almıştı. Sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Ve Euphoria'nın geleceği parlak bir dizi olduğu kanaatindeyim.
Lakin beni en çok mutlu eden bu iki bölüm içinde "Ali" oldu. Genelde ergenlerin etrafında dönen öyküye sahip dizi.Fakat özel bölümde, başka bir uyuşturucu bağımlısı fakat artık temiz olan Ali'nin hayatıyla ilgili ufak da olsa bir fikrimiz oluyor.
Ali ve Rue etrafında geçiyor özel bölüm. Noel'de, benzinlikteki kafelerden birinde oturup hayat hakkında genel bir sohbete girişiyorlar.Spoiler vermemek adına sadece Nike ile olan konuşmalarından oldukça etkilendiğimi belirtmek istiyorum.
Size şöyle söylemeliyim ki, sadece bu bölümü izleyerek (45-50 dk civarlarında) çoğu filmden aldığınız hazzın 10 katını alacaksınız. Eğer gerçekten zevkliyseniz tabii. Eminim.
Jules'un bölümü ("F*ck Anyone Who's Not A Sea Blob" böllümün tam adı) biraz daha yüzeysel. İlk sezonun finalinde New York'a kaçmasının ardından başına gelenleri net bir şekilde görüyoruz. Jules karakterinin kadınlığa ve erkekliğe bakış açısını (bilmeyenler için Jules trans bir karakter), ailevi sorunlarını, Rue'yla ilişkisini hatta ve hatta adi şerefsiz Nate'e olan aşkının perde arkasını anlamış oluyoruz. Aklına kısa bir yolculuğa çıkıyoruz da denilebilir.
Rue ile aralarındaki şeyi (arkadaşlık-sevgililik-aşk... artık ne diye adlandırmak isterseniz) anne-çocuk ilişkisiyle açıklamasının yanı sıra Rue'nun, onu ölümün eşiğine getiren bağımlılığıyla ilgili korkusunun temelini izlemek bende puzzle parçalarının yerine oturması şeklinde bir etki bıraktı.
Nate ile olan ilişkisini "aşk" olarak nitelendirirken bunun sebebinin ilişkinin yarısını aklında yaşamış olduğunu söylemesiyle de kendi hayatımdan ve genel olarak etrafımdakilerin yaşantılarından küçük esintiler hissettim.
Hangimiz ilişkilerimizin yarısını kafamızda yaşamıyoruz ki?
Benim, hepsini kafamda yaşayıp bitirdiğim bile oldu.
Euphoria'yı izlerken genel olarak empati yapıyorsunuz. Empati yapmak zaten dikkatli tüm izleyicilerin herhangi bir şeyi izlerken yaptıkları şeydir. Fakat Euphoria'nın her anında size diziyi yaşamak düşüyor. Bu iki özel bölümde de bu durum apayrı bir seviyeye çıkmış, adeta Everest'ti aşmıştır.
Umarım ilerleyen sezon aralarında, bu özel bölümler sadece Jules ve Rue ile sınırlı kalmaz da, diğer karakterleri de bu şekilde yakından inceleyebiliriz. (Nate'i çok merak ediyorum ya. Hem çok kızıyorum hem hak veriyorum hem de yakışıklı yani, fazladan izlemek isterim.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder