
27 Ekim 1932 doğumlu Plath; hayata bakış tarzı, yaşayışı ve ayrıca kendinden sonra gelen, benim ennnnn sevdiğim yazarlardan olan Nilgün Marmara'yı etkileyiş tarzıyla bile uzun zamandır blogumda bulunmasını istediğim yazar. Boston doğumlu Sylvia Plath, burs kazanarak Cambridge'e okumaya gidiyor. Burada tanıştığı kendi gibi yazar-şair olan Ted Hughes ile evleniyor. Ted, Sylvia ile evlenirken onun ne kadar kırılgan bir kişiliğe sahip olduğunun farkında. Babasını sekiz yaşında kaybetmiş, defalarca intihar girişiminde bulunmuş, yalnız biri Sylvia. Fakat bunu bilmesine rağmen, onu komşusuyla aldatıyor. Ayrıca, Sylvia, bu evliliğin kendine iyi gelmediğini düşünüyor. Yazı yazamıyor. Mutlu bir evlilik yaptığını zannederken, bir de bakıyor evinde oturmuş iki çocuğuna bakan bir ev hanımı olmuş. Zaten önce de birkaç kez ayrılıp barışıyorlar, yine bu saydığım sebeplerden dolayı. Fakat sonuncusu Sylvia için bardağı taşıran son damla oluyor. Çünkü maalesef öteki kadının hamile olduğunu öğreniyor.

sonra, henüz daha 30 yaşındayken hayatına son verme kararı alır. Önce iki katlı evinin üst katında uyuyan çocuklarına kurabiye hazırlar. Süt ile onların odasına götürür, odanın camını açar. Ardından kapıları kapatır. İçeri hava girmeyeceğinden emin olacağı şekilde çocuklarının kapısını bantlar ve havlu koyar. Aşağı iner. Mutfağa girer. Fırının gazını açar. Zehirlenerek bu hayatı terk eder.
Sylvia'nın hikayesinin burada bittiğini düşünüyor olabilirsiniz ama ölümünden sonra da birçok üzücü olaylar olmuş. Mesela Ted, Sylvia'yı aldattığı komşusu Assia ile evlenir. Assia intihar olayından sonra bebeği aldırmıştır. Sylvia'nın iki çocuğuna bakmaya başlar. Fakat hayatı git gide Sylvia'nınkine benzer. Söylemeyi unuttum, bu arada Assia da yazar. Aynı Sylvia gibi yazamaz evliliğinden sonra. Hep, Ted Hughes'un gölgesi altında kalır.
En sonunda o da intihar eder. Fakat Sylvia gibi çocuğunu korumaz. Dört yaşındaki kızı ile ölür.
Bununla da kalmaz. Yıllar sonra Sylvia ve Ted'in oğlu da, annesinin izinden giderek kendi hayatına son verir.

Öte yandan bir de Nilgün Marmara meselesi var. Onu da yazmak çok isterim. Zaten Sylvia Plath'la da onun sayesinde tanıştım. Bu iki kadının hayatları o kadar benziyor ki! Nilgün Marmara da Sylvia gibi genç yaşında intihar ediyor.
Başka bir bahara da onu yazarım artık. Şimdi bu yazının konusu dağılmasın.
Kitap yorumuna geçmeden önce, bir bilgi daha vereyim. Eğer şu anlattıklarımdan etkilendiyseniz, Sylvia Plath'ın hayatını konu alan "Sylvia" filmini de izlemenizi öneririm. Ufak tefek hatalar var, sadece Ted'e olan aşkına yoğunlaşılmış ve biraz sıkıştırılmış. Fakat yazarımızın duygularını çok güzel anlatıyor. Ayrıca baş roller Gwyneth Paltrow ve Daniel Craig. (Küçük bir öneri: İzlemeden önce mendillerinizi hazırlamayı unutmayın...)
Sırça Fanus:
Milyonlarca yürek tek bir soru: Böyle bir kitabın kapağını neden 0-10 yaş çocuk kitaplarınınki gibi yaptınız? Kitapçıda ilk gördüğümde hayatımın hayal kırıklığını yaşadım. Sylvia Plath'ın kemikleri sızlıyor şu kapaktan dolayı. Püh size!
Peşin peşin söyleyeyim, Sırça Fanus aşırı karamsar bir kitap. Aksi beklenilemezdi zaten.
Esther Greenwood, burs ile New York'a gidip, oradaki bir moda dergisinde çalışmaya başlayan genç bir kadındır. Tek tutkusu yazmak olan Esther, hayatın soğuk yüzü ile karşılaştıktan sonra büyük bir çöküş yaşar. Kitap da çoğunlukla bu çöküşü konu alıyor.
Sırça Fanus'a bir otobiyografi gözüyle de bakmak mümkün. Sylvia Plath, kendi içsel buhranlarını Esther'ın ağzından yazmış sadece. Fakat kitabı sadece bu yönüyle de ele almamak şart. Çünkü üzerinden atlayamayacağım mükemmel bir feminist yanı da var. Tek başına ayakta kalmaya çalışan kadının mücadelesini görüyoruz.
Herkesin okuyabileceği, okuduktan sonra da sevebileceği bir kitap değil. Ama ben çok sevdim. Özellikle kitabın ikinci kısmında, Esther akıl hastanesindeyken, resmen o hastanenin duvarlarını hissettim dört bir yanımda. Elektroşok tedavilerini ve yine erkek ilişkilerinin çok güzel aktarılmış olmasını saymıyorum bile.
Benim daha fazla konuşmama gerek yok sanıyorum. Birkaç alıntı paylaştıktan sonra yazıma son vermenin vakti geldi.
"Bir kadının tek bir temiz yaşantısı olması gerektiği, oysa bir erkeğin biri temiz öteki kirli iki yaşantısı olabileceği fikri beni çileden çıkartıyordu."
"Hep aynı şey oluyordu. Uzaklarda kusursuz bir erkek görüyor ama o erkeğin yakınına gelir gelmez hiç de uygun biri olmadığını anlıyordum."
"Dünya amma da çorbaydı!"
"Her şeyi birden, ilk ve son kez yapıp kurtulmak istiyordum."
"Sorunun ne olduğunu düşünüyordum? Sanki gerçekte bir sorunum yokmuş da yalnızca ben öyle sanıyormuşum gibi."
"Durumun ne kadar umutsuzsa, seni o kadar uzağa saklamaya çalışırlar."
"Nefret ettiğim bir şey varsa, o da insanların kendinizi ne kadar berbat hissettiğinizi bildikleri halde neşeyle hatırınızı sorup "İyiyim," demenizi beklemeleridir."
"Kendimi bırakmaya başlıyordum. Eğer düşeceksem, hiç değilse elimden geldiği kadar uzun bir süre küçük zevklerime tutunacaktım."
"Kötü bir rüya. Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır. Kötü bir rüya."
"Belki de unutkanlık, kar gibi her şeyi örtüp susturmalıydı. Ama onlar artık benim bir parçamdı. Benim manzaramdı."
Tüm Ted Hughesların silinip gitmesi dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder