15 Nisan 2018 Pazar

Kırmızı Menekşe

“Yemekte bamya mı var yoksa taze fasulye mi?”

  Günlerden çarşamba, mevsimlerden ilkbahar. İstanbul’un ara sokaklarından birinde, ince uzun bir binanın en üst katında, terasından mahalleliyi izleyen yaşlı bir adam. Türk erkeklerinin genelinin sahip olduğu koca göbeğini zar zor örten kısa kollu bir gömlek giymiş, başında da kasketi. Ilık rüzgar yüzüne çarptıkça önemsiz şeyleri düşünmeye devam ediyor. “Bu yaz hava o kadar da sıcak olmayacakmış.” , “Canım da sebze yemeği yemek istemiyor.” ,”Şu adam arabasını neden kaldırıma park etmiş?”
  İskemlesinden kalkıp topallaya topallaya terasın korkuluklarına yürüdü. Arabanın gerçekten kaldırıma mı park ettiğini anlayabilmek adına aşağı sarktı. Düşmekten korkmuyordu, çünkü bir şekilde hayatının son evresinde olduğunu biliyordu. Biraz daha sarktı bu sebepten. Biraz daha… biraz daha.
  Evet, o aşağılık karşı komşusu yine arabasını kaldırıma park etmişti!
Öfkeyle kendini evinden çıkarken buldu. Anahtarını aldı, kapıyı çarptı. Önce şu ahmağın zilini çalıp iki çift söz etmeyi istedi. Vazgeçti. Bunu daha önce de yapmıştı ve işe yaramamıştı. Bu sefer daha etkili bir yöntem deneyecekti.
 Olabildiğince hızlı, ne kadar denerse denesin o merdivenleri yarım saatten önce inemiyordu, apartmandan çıkmalıydı. Bacakları o kadar çok ağrıyordu ki… Doktor ona “Huysuz Bacak Sendromu” diye bir teşhis koymuştu. Saçmalık! Doğru düzgün bir hastalık bulamamış, uydurma bir şeyler gevelemişti ağzında belli ki.  O doktor bozuntusu diplomasını yakmalıydı.
 
Nihayet arabanın yanına vardığında birkaç saniye soluklandı. Gri kumaş pantolonun cebinden anahtarını çıkarıp ucu en keskin anahtarı işaret ve baş parmağı arasında tuttu. Yüzünde sinsi bir gülümseme belirmişti, içinden ise biraz sonra yapacağı şeyi düşündükçe kahkaha atmak geliyordu. “Adi aşağılık. Bir daha arabanı kaldırıma park et de göreyim!” diye söylendi.
  Tam işe koyulacakken, gizliliğin önemini hatırladı. Eğer sokaktan geçen biri, onu komşusunun arabasını boylu boyunca çizerken görürse, durumu hoş karşılamayabilirdi. Evvela o yaşlı ve yalnız bir adamdı. Böyle şeyler başına büyük dertler açabilirdi. Bu yaştan sonra üç beş haddini bilmez gençten dayak yemek istemiyordu. Ölmek için kötü bir nedendi bu.
  Başını hafifçe kaldırıp arabayı geçti. Sokağı daha rahat görebiliyordu şimdi. Hava tam kararmamış olsa da sokak lambalarının turuncu ışığı, solmuş kırmızı-gri yer taşlarına vuruyordu. Onun dışında da gördüğü tek şey çarpık çurpuk sıra sıra dizilmiş çirkin apartmanlardı. Kimse pencerede değildi. Kimse balkonda ya da terasta da değildi. Çıt çıkmıyordu. Neden çıt çıkmıyordu?
   Garip bir his sardı onu. Göğüs kafesinin içi bir ferahlama ile dolmuştu. Omzunun üzerinden sokağın başına baktı. Bir genç. Bir kadın. Arkası dönük bir şekilde yürüyordu. Simsiyah, beline kadar uzanan saçlarının arasından boynuna bağladığı kırmızı fularını seçti. Dizinin altından biten, en az saçları kadar siyah olan bir elbise vücudunu sarmıştı ve  sol elinde de bir çanta tutuyordu. Yine rüzgar esti. Kadının fuları rüzgarın etkisiyle usulca, süzüle süzüle yere düştü.
  Sinsi gülümsemesinden eser yoktu. Şaşkındı. Arkası dönük de olsa onu tanımıştı. Nasıl olmuştu da yıllar ona böyle güzel davranmıştı? Nasıl olmuştu da kendisi otuz yaş alırken, o böyle ince, zarif ve genç kalabilmişti?
 Koşarak, ki bu bir mucizeydi, kadının peşinden gitti. Onu köşeyi dönmeden yakalamalıydı. Yakalarsa, sanki o da gençleşecekti. Otuz yıl öncesine dönecekti. Belki… belki yeniden mutlu olabilirdi. Üzerine yapışmış yalnızlık lanetinden kurtulurdu. Pis sokak kedilerini beslemek zorunda kalmazdı. Sürekli kızgın olmak zorunda da kalmazdı. Hatta o arabayı çizmek zorunluluğu bile ortadan kalkabilirdi.
  Kadını yakalayamadı. Köşeyi döndüğü an kaybolmuştu. Kendi de nefes nefeseydi. Bir an kalp krizi geçirdiğini sandı. Gözleri karardı. Kaldırımın kenarına oturuverdi. Derken yeni bir rüzgar ayağına, yere düşen kırmızı fuları getirdi. Kırmızı bir menekşe. Menekşe.
 Onu, bugün de olduğu gibi uzaklardan görmüştü. Bir insan hep ve herkese karşı iyi olabilir miydi? Olabilirdi işte. O da buna örnekti.
  Ona, ihtiyacı olan herkese hiç düşünmeden elinden geldiğince yardım ederdi. Bir melek gibi. Kırmızı menekşe. Hiç sıkılmazdı yardım ederken. “Aptal” sınıfına giren insanlara karşı inanılmaz bir sabrı vardı. Onları terslemez, sakince yol yordam öğretmeye çalışırdı.

  Bir de hep güler yüzlüydü. Olur olmadık insanlara bile kibarlığından gülümserdi. “Otuz yıl önce bana da gülümsemişti. Keşke o gülümsemesi sadece bana ait olsaydı. Sadece bana öyle gülümseseydi. İçten. Gözlerinin içi daima parıldıyordu gülümserken. Kaşlarının yanındaki iki tane ince damarı belli olurdu.  Hava sıcak da olsa soğuk da olsa yüzü hep kırmızıydı. Çenesinin alt kısmında, dikkatli bakmadıkça fark etmesi bir hayli zor olan küçük bir beni vardı. İnsanın içinden onu sarıp sarmalamak geliyordu. Görünüşünün o küçük detaylarını sarıp sarmalamak… Göğsünün hemen üzerinde saklamak, başkalarının onu görmesine izin vermemek. Benim de yapmak istediğim tam da buydu.
  Lakin o beni de sıradan insanlardan sayıyordu. O böyle yaptıkça eriyip bitiyordum. Nasıl erimek, nasıl bitmek! Sanki iç organlarımı biri alev alev yakıyordu. Öyle bir acı. Öte yandan bir şekilde, onun için kati suretle bir önemim olmadığını bilsem de, bir tesadüf eseri gözlerimiz buluşsun! O alev sönüyor, yerinde kırmızı menekşeler açıyor, kelebekler uçuşuyordu. Aman yarabbi, öyle bir ferahlama hissi ki anlatamam. Bir insanın gerçekten, doğru düzgün bir çift kelime etmediği bir insana karşı bunları hissetmesi… Mümkünmüş. Ne yazık ki tecrübe ederek anladım.
  Ben kaldırımda oturur, onun güzel yüzünü izlerdim. Elimden izlemekten başka bir şey gelmiyor ya, ben de böyle doymaya çalışırdım. O beni görmezdi. Görürdü de, öyle görmezdi. Hani sokakta yürürken insanları görürsünüz ama onların yüzüne, kıyafetlerine, duruşuna, kısacası ayrıntılarına dikkat etmezsiniz, geçip gidersiniz ya, o tarz bir görme. Ben de bundan faydalanır, her şeyini ezberlemeye çalışırdım. Bazı zamanlar içimden, keşke yeteneğim olsa da onun şu halini resmedip sonsuza kadar saklayabilirsem, diye geçirirdim. Onun her anını küçük bir kutuda saklayıp ihtiyaç 
halinde o anlara başvurmak keşke mümkün bir hadise olsaydı. 
 Birkaç kez selam verdi bana. Daha doğrusu bize. Yalnız başıma olduğum zamanlar ona bakmaya korkardım. Takip ettiğimi anlamasın diye hiç o olaylara bulaşmazdım. Yanımda bir arkadaşımı sürüklerdim illaki.
 O selam verdiğinde gözlerimi kaçırırdım. Her ne kadar onu istesem de, bunun gerçek olmasından ödüm kopuyordu. Bu sebepten selamını yanımdaki arkadaşım alırdı veya ben zoraki bir gülümseme ile sanki hiiiiç umurumda değilmiş gibi yapardım. Bilseydi ki, içten içe ona nasıl tutulduğumu…
 Sadece bir kez onu, hep izlediğim yerde yalnız başına gördüm. Ayakta dikilmiş, etrafında gelip geçen kimseyi görmüyor gibiydi. Benim de yanımda bir arkadaşım vardı. Sonra bizimle tanışmak isteyen iki kız geldi. Benim gözüm onda hala tabii. Kızlar saçma sapan sualler sorarken geçiştirmiştim hep. Çünkü tek düşünebildiğim, onun ne düşündüğüydü.
 O an etraftaki herkes silindi. Onun gözleri yere bakıyordu. Dalıp gitmişti. O güzel gülümsemesi kim bilir hangi diyardaydı? Omuzları düşmüştü. Belli ki bir derdi vardı. O an. O an var ya o an. Tüm hayatım boyunca kırmızı menekşenin yanına gidebileceğim belki de tek andı. Havadan sudan konuşabilirdik, derdini öğrenmeme gerek yoktu.
Ayaklarım hareket etmese de kendimi onun yanında hayal ettim. İlk sözcüğümde ona tutkun olduğumun farkına varıyordu. Benim gibi onlarca gencin ona bu şekilde duygular büyüttüğünden öylesine emindim ki, bunu öğrenmesi benim için bir felaket olurdu. Ona karşı olan bu masum hislerimi de kirletirdi. Ben içimdeki alevi ve ferahlama hissini, her ne kadar beni yorsa da kaybetmek istemiyordum.
  Siz hiç birisi için dua ettiniz mi? Ben onun için ettim. Sabah güneş doğmadan ve akşam uyumadan. Çünkü o an anladım ki, bende ona gidecek cesaret yoktu. Ancak o bana gelirse bir şansımız olabilirdi. Ben de duaya başladım. Ellerimi gökyüzüne açıp dua etmekten başka bir çareye sahip olmamak ne kadar kötü bir durumdur, bilir misiniz? Her yalvarış, umudunuzdan koca bir parçanın eksilmesine sebep olur. Hiç kabul olmayan bir duadan bahsediyorum. Benim kırmızı menekşem.
  Yine böyle bir ilkbahardayız. Onun gelmesini bekliyorum arkadaşımla. Arkadaşım da biliyor vaziyeti. Umurunda değil. O da kendi derdinde. Sonra bilmeyen arkadaşlarım geliyor. Vaziyeti bilmeyen arkadaşlarım. Birisi yanıma oturuyor. Bana hayatım boyunca duyduğum en kötü havadisi bildiriyor.
  Ah, diye inliyorum içimden. Dışımdan belli değil bir şey. O alev acı verici bir hal alıyor. Erimek, bitmek değil de  sanki ölmek. Kelebekler can çekişiyor. Menekşeler bir anda soluyor. Bu nasıl olur? Nasıl, nasıl, nasıl, nasıl?
 Hiçbir şey olmamış gibi durduğumuz yeri terk ediyoruz. Ben ardımda birazcık kül bırakıyorum. Kırmızı menekşe.
  Aldığım o haberi beynimin inkar kısmına bir güzel yerleştirip bir süre böyle bir şey olmadığına güzelce inanıyorum. İnsanın kendini kandırırken kullandığı yalanlar, en inandırıcı olan basit yalanlardır. Kendinden başka kimseyi bu tür basit yalanlarla kandıramazsın. Hatta bazen yalana bile gerek kalmaz kanıverirsin. Gerçeği inkar edersin.
  Bir süre daha izledim onu. Elimde değil belki ama, aklımda bir sürü portresi vardır hala. Uzun hayatım boyunca başımdan geçmiş bin maceranın biri. Değerli olanlardan biri. Sızısını hala taşıdığım.
  Her şeyi hatırlıyorum da, onu son görüşümü bir türlü anımsayamıyorum. Son zamanlarda elimde avucumda umut kırıntısı kalmayınca, rüyaya dalar gibi kendimi onun çehresinde kaybederdim. Melek yüzlü, kırmızı menekşe.  Başınıza gelmediyse anlamazsınız, yorulmayın.  Onu gördüğüm günler sadece ikimizin olduğu bir dünya tasarlardım. Aynı o düşünceli olduğu gün gibi, etraftaki herkesi beyaz bir silgiyle tablomuzdan siler atardım. Sadece ikimizin olduğu bir şaheser. Onu görmediğim günler, her zaman olmasa da çoğunlukla, rüyamda rastlaşırdık. Uyurken gördüğümüz normal rüyalardan bahsediyorum. İstediğim gibi benimle olurdu o rüyalarda.
  Sonrasında fark ettim ki, benimle ya da bensiz, rüya ya da benim kendimce süslediğim gerçeklik. Onun olduğu her şey o kadar güzel ki, her türlüsüne razıyım. Gözlerim dolu dolu, nefesim kesik kesik, göğsümde bir acı. Kırmızı menekşe.  Sesin kulaklarımda.  Ama seni son görüşümü anımsayamıyorum. Sarıldık mı, yoksa yabancı mıydık hala? Ben ağladım kesin. Peki sen gördün mü beni ağlarken?
   Uzak bir vedaydı bu. Buruk bir gülümseme… Belki elim hafifçe havaya kalkmıştı, el sallamıştım belli belirsiz.
   Ben hiçbir şey yapmadım. Dua etmekten başka. Öyle temiz bir sevgi. Çabasız. Olduğu gibi güzel olan, etkileşime kapalı, senin ilginden de epeyce uzakta.
  Kader, deyip geçemedim. Kader dedim ama geçemedim. Belli ki kalmışım orada. Seni izlediğim o mekanda. Sen yine ait olduğu  kişilerle, ben gözünden ırakta.  Hayatımın en başarısız evresi, kırmızı menekşe. Çünkü seni hep penceremin önündeki o kırmızı menekşeye anlatırdım. O dinlerdi, gerekli önemi o gösterirdi. Sensizlikten kalan yalnızlığı, o kırmızı menekşe dindirirdi.”


Yaşlı adam başını kaldırdığında onu gördü. Öne doğru eğilmiş yüzüne bakan bir genç kız. Görüşü netleştiğinde, onun sandığı insan olmadığını anlaması uzun sürmedi. Bambaşka biriydi, bir yabancıydı. İnce ses tonunu işitti kızın. “Bulmuşsunuz, teşekkür ederim.” diyerek ellerinin arasındaki kırmızı fuları aldı. Tam gidecekken yaşlı adamın iyi görünmediğini fark etti. “Siz iyi misiniz?” diye sordu. Adamın büyük burnu kıpkırmızı olmuştu, zar zor nefes alıyordu.
  Bizimki oturduğu kaldırımdan kalktı. İyiyim bile diyemedi. Yalan söylemeye gerek yoktu. Böyle kolay bir soru yüzünden giderayak günah işlemek istemiyordu. Başını belli belirsiz salladıktan sonra apartmana yöneldi. Genç kadını da sokakta bıraktı öylece.  Tam merdivenlerden çıkacakken aklına araba geldi. Geri döndü. Hızlıca yürüdü. Çizmeyi boş verdi. Bu ayaklarından zaten bir hayır yoktu, bir işe yarasaydı bari. Şöyle olağan gücüyle tekme attı arabaya. Sadece hıncını alabilmek için.  Hayatından, ona mutsuzluktan başka bir şey getirmeyen evliliğinden, hayırsız çocuklarından, yalnızlığından, terasını süsleyen kırmızı menekşelerden, pis sokak kedilerinden, solmuş kaldırım taşlarından, ondan, başkasıyla evlenip mutlu olan ondan, aşkından bir haber olan ondan ve tüm kabul edilmemiş dualarından hıncını almak için attığı sert bir tekme. Kahrolsun kaldırımlara park eden şoförler!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder