5 Mayıs 2018 Cumartesi

Hıdırellez



  Bir cumartesi günü, tek kişilik yatağıma kurulmuş, “v” harfini zor basan bilgisayarım dizlerimin üzerinde,  aşırı güzel bir şarkı dinlerken yazıyorum bu satırları. Evde, alt komşumuzda ve daha tam olarak nerede olduğunu çözemediğim bir yerde tadilat var. Sabahtan beri hangi alet olduğunu bilmiyorum ama bir ses ki sormayın. Hayatım boyunca bir evdeki misafirlerin gürültüsünü bir de tadilat sesini sevemedim. O yüzden açıyorum müziğin sesini. Garip bir gürültü alıp başını gidiyor…
  Yemeği de dışarıdan söyledik. Üzerine bir poşet erik de yedim. Artık yazmaya hazır hissediyorum kendimi. Gerçi güzel bir öğle uykusu çeksem daha iyi olurdu lakin… Belki yazıyı yarıda kesip uyurum. 

Neyse.

  Dün çok garip bir aydınlanma yaşadım. Ah keşke bilgisayar karşımda olsaydı da, tam o anda düşündüklerimi su katılmamış olarak aktarabilseydim size. Şimdi o anın üzerinden yirmi dört saat geçti. Elimden geleni yapacağım artık.
  Çocuk olmak ne kadar garip bir şey ya! Ben çocukken ne düşündüğümü hiç hatırlamıyorum. Sanki direk bu yaşımda doğmuşum, hep bu yaşımdaymışım gibi. Bu sebepten çocuk olmakla ilgili hiçbir tecrübeye de sahip değilim. Sanki başka biri yaşadı benim çocukluğumu, ben de sadece önemli kısımlarını izledim. Hani ilkokulda performans ödevi yapmanız gerekir de Vikipedi’den tüm konuyu kopyala yapıştır yapıp, sonra sırf bilginiz olsun diye üstün körü şöyle bir okursunuz ya…. He işte ben de aynı bunu söyleyebilirim çocukluğumla ilgili.
 Anasınıfında olduğum döneme ait çok net bir anım var, dün gibi zihnimde. O kadar net ki gözlerimi kapattığım an, o dakikalara geri dönüyorum. Yuvarlak masalar, yuvarlak bir halı, açık renkli duvarlar. Etrafta oyuncaklar.  Kimse oyuncakların yüzüne bakmıyor. Kimse masalarda da oturmuyor. Ben oturuyorum sadece. Diğer çocuklar, sanki biraz sonra topluca Selena’yı çağıracakmış gibi el ele tutuşmuş, kutu kutu pense gibi hiçbir mantığı olmayan aptal bir oyun oynuyorlar.
 Öğretmenimin adı Emine. Soyadını hatırlamıyorum vallahi. Kim bilir şimdi, nerede, ne yapıyordur… Ama o gün masasında oturuyordu. Beni görene kadar. Ayağa kalktı tam karşımda durdu. “Neden oynamıyorsun?” diye sordu. Yılların asosyali ben de, aralarına almadıklarını söyledim. Mükemmel öğretmenim geri masasına döndü.
???????????????????????
   Beş, altı yaşlarındaki bir çocuğun yaşadığı hayal kırıklığına bakar mısınız? İnsan bi elimden tutar, beni halaydan bozma o oyunun içine sokar… Ya da ne bileyim, diğer çocuklara kızar “Neden bu kızı aranıza almıyorsunuz?” diye. “Allah cezasını versin!”, diyeceğim lakin olmayacak. Demiyorum. Bir de salak gibi boş boş oturmaya devam etmiştim. Öğretmen de kılını kıpırdatmamıştı bir daha.
  Bir de utanmadan sene sonunda karneme, (renkli ve bol kurdeleli formaliteden bir karne) utangaç ve içine kapanık yazmış. Geçenlerde eski dosyalarımı karıştırırken gördüm. E sen beni dışa dönük olmam için hiç teşvik etmedin? Alt tarafı bir anaokulu öğretmenisin, Einstein’in Genel Görelilik Kuramı gibi karmaşık bir şey değil, sosyal hayata nasıl adım atıp çevremizle nasıl etkileşim kuracağımızı öğreteceksin yani.
Boyu devrilsin inş o öğretmenin.  Ay yine sinirlendim.

Taaaaa yazının en başında bahsettiğim aydınlanmayı da bu anı sayesinde yaşadım denebilir. Kalabalık bir yerde, yirmi dakikalık boş vaktimi geçiştirmeye uğraşırken hatırladım o kara anasınıfı gününü. Şöyle bir etrafıma bakındım. Yanımdaki kız “Nereden geldim buraya?” diye söyleniyordu. Solumdaki çocuk telefonuyla oynuyordu. Hava da boğuk boğuk. Sanki gökyüzünün ağlayası var da içine atıyor. Nefes alınmıyor.
  Normalde, inanmam ama, fal bakmayı çok severim. Şu ana kadar iyi çıkan hiçbir şey başıma gelmedi. Mesela lise zamanında fen lisesine gidiyordum, uzun boylu bir yakışıklı çıktı bir keresinde, beş ay önce bakılan falda iki ay sonra mutluluğu buluyordum, tıp fakültesini kazanıyordum vs… Ama insan umut eder ya. Umut büyük düşman. İmkansız olduğunu bile bile şu kör olası fallar yüzünden çok heyecanlandım. Ne yapayım ya, fal bakmak da benim kanserim. Öldürücü lakin kemoterapiyi reddediyorum.
  El falı, kahve falı, hıdırellezde dilek tutmak, ağaca çaput bağlamak, türbeye gitmek… Bunlardan hiçbiri istediğimizi almamızı sağlamayacak.
  Alternatif bir evrende küçük halim, hala o yuvarlak masada oturup davet bekliyor. Sanki Selana’yı çağırma ayininde olmak, ya da onlar her ne oynuyorsa, benim de hakkım değilmiş gibi… Hiçbir zaman o öğretmen elimden tutup beni oyuna sokmayacak. Oçocukları azarlamayacak. Kendim gireceğim oyuna.  
 Hayatımı tam da o andan itibaren baştan yaşamak mümkün olsa keşke. Çünkü belki de ilk hatamı o zaman yaptım. Hep de aynı hatayı tekrarladım maalesef. Üşengeçlik mi, utangaçlık mı, inanın bilmiyorum. O gün olan şey, bir karakter olarak ruhuma saplandı. Neyseki bu aydınlanmanın sonunda yeni bir karar aldım. Taktik maktik yok, BAM BAM BAM. Bundan sonra gerçekten hayatta ter dökeceğim. Köşesinde oturup dilek dileyen biri olmayacağım.

 Her şey bir yana fal bakmaktan asla vazgeçemem. Yaşasın boş umut veren her şey!

   He bu arada bu akşam Hıdırellezmiş. Hiç anlamıyorum bu işi. Bahçeden ot filan kopartıp kapıya asıyor bütün apartman. Bir de, bir kağıda istediklerimizi yazıyoruz, gül ağacına asıyoruz. Güzel bir şey. Bu sene istediğim şey, hayatım boyunca istediğim en imkansız şey. Ay hadi bakalım, olacak mı????
İmkansız demişken, konuyla yüzde yüz alakasız bir kapanış yapmak fikri geldi aklıma. Ahmet Arif’in, Leyla Erbil’e yazdığı mektupları okuyorum da. Adam ne güzel sevmiş ya. Tüm imkansızlıklara rağmen, yıllarca, sayfa sayfa yazmış. Ondan güzel bir alıntı yaparak bitireyim yazıyı bari.
“Sana da güven ve sevgim, gerçekten,matematiğin değil, şiirin diliyle SONSUZ.”

 Olur da akşam ateşten atlayayım derseniz, paçalarınızın tutuşmaması dileğiyle…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder