25 Aralık 2016 Pazar

Pazar Filmi: The Choice

  Hayat çok garip. Bazen bir film, bir mısra, bir şarkı insanın tüm düşünce altyapısını değiştirebiliyor.
 Ben bu hafta adeta pespembe bir rüyadan, karanlık gerçeklere dönmüşçesine uyandım. Biliyorum artık. Tanıyorum. Tanımadığımı sandıklarımı bile ezberlemişim meğer. Böylesine bir gözlemciymişim.
 

Böyle değişik bir haftanın sonunda, çok güzel bir film izledim. Film o kadar muazzamdı ki, her sahnede bizde uyandırmak istenen duyguları iliklerime kadar hissettim. Hemen size yazmak, sizi bu filmle tanıştırmak istedim. İşte buradayım.



 Filmin adı: The Choice. Yani "Aşkın Seçimi". Adının Türkçe'ye neredeyse birebir olarak çevrilmesi bir miktar gözlerimi yaşarttı. Biz nice "Water Diviner'lar" gördük türkçeye "Son Umut" diye çevrilen, buna da şükür.

Size azıcık filmin konusunu çıtlatayım izninizle... Adından da anlayacağınız üzere film romantik bir film. Gabby (Teresa Palmer) isimli bir tıp öğrencisinin, komşusu Travis'in (Benjamin Walker) yaptığı sesten rahatsız olarak; onu uyarmaya gitmesiyle film başlıyor.  Bir de köpek olayı var... Gabby'nin köpeği hamile olunca, Gabby bunu Travis'in, kısır olduğunu bilmediği köpeği yaptı sanıyor... Ay oraları çok komikti anlatıp büyüsünü kaçırmayacağım.

16 Aralık 2016 Cuma

Neredeyim Ben?

 Herkese merhaba! Uzun zamandır buralarda yokum. Pek özlemişim sizlere bir şeyler yazmayı, içimi
dökecek bomboş bir sayfayı doldurmayı, derdime dermanı yazarak aramayı...
  İnanın size neyden bahsedeyim bilmiyorum. "Yeni Yayın" yazan yere tıklamadan önceki niyetim film önerisi yazmaktı fakat vazgeçtim bir anda. Nedense canım birine bir şey önermek ya da birinden bir şey dilenmek istemiyor. Canım sadece sayfalarca yazmak istiyor.

Sanırım havalardan dolayı böyle. Ne de olsa yılın en büyülü mevsimindeyiz. Ara ara kendini gösterip kaçsa da; hayatım boyunca mucize olarak göreceğim ve yağdığında çocuklar gibi sevinmekten asla usanmayacağım bir güzellik yer yüzüyle buluşuyor: Kar.
  Bir insanın, dünyanın en olağan şeyi olan kar yağma olayını bile böylesine yüceltmesi iyi sonuçlar doğurmuyor tabii. Mesela o insan kar yağdığında filan böyle başına gelebilecek, romantik bir filmi andıran, süper tatlı olayların olmasını bekliyor, bekliyor ve bekliyor. Olmayınca da haliyle bir hayal kırıklığı oluyor.
 Bu arada kimsenin aklında soru işareti kalmasın; "insan" diye bahsettiğim kişi benim.

29 Kasım 2016 Salı

Hayatta Kalmak İçin Sebepler

    Çok tontişko bir günden herkese selamlar olsun. O kadar mutlu uyandım ki bugün size hayatın ne kadar yaşanmaya değer olduğunu anlatacağım bir yazı yazmaya karar verdim. Yalnız, yanlış anlaşılmasın bu yazıyı kendim için değil, bilgisayarlarının ya da telefonlarının başında yılgın ve bıkkın bir şekilde otururken yolu buraya düşmüş yoldaşlarım için yazıyorum. Umarım hayatınızda küçük bir ışık, minik bir ilham olabilirim.
  
 1 Numaralı Sebep: Sevmek ve Sevilmek  

  Sanırım en önemli sebep de bu her sabah yataktan kalkmak için. Sevmek ve sevilmek. Daha güzel  bir eylem var mı hiç dilimizde? Ben bulamıyorum. Bulunması da imkansız bence.
  Aranızda sevilmediğini düşünenleriniz vardır elbet. Ben her zaman sevdiğin kadar sevilirsin olayına inanlardan oldum. 
 Eğer sen, bir insanı sevip de karşılığını alamıyorsan yeterince sevmiyorsundur. Demek istediğim o insanı seviyorsundur belki ama gökte uçan kuşu, sokakta peçete satan çocuğu, yıldızları, hayatı yeterince sevmiyorsundur. 
  Ya da onun seni sevmediğine o kadar eminken, kendi öfken acınla öylesine meşgulken etrafında içinde barınan tüm sevgilere karşılık verebilecek bir insanı görmüyorsundur.
  Tüm acısı ve tatlısıyla güzel olan tek şey sevmek. Sevin çünkü ancak sevdiğiniz kadar sevileceksiniz, emin olabilirsiniz.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?

 "Fantastik canavarlar; akdeniz ve karasal iklimin sık görüldüğü, nemi fazla olmayan kesimlerde bulunurlar. Kendileri hayvanımsı yaratıklardır." diye söze başlamak isterdim ama elbette böyle bir yazı yazacak kadar şizofren değilim. En azından etrafımda çok fantastik bir canavarla karşılaşmadım. Fantastik olmayanlarıyla her saniye yüz yüzeyiz, o ayrı...
  Bu kız haftalardır sinemaya gitmek istiyordu ve en sonunda bugün o büyük ekrana kavuştu. Aslında asıl izlemek istediğim film Dan Brown'un kitabından uyarlanmış olan Cehennem'di amma ve lakin kendileri vizyondan kalkmış, ben de adını yazmaya üşendiğim başlıkta yazan filmi izlemeye karar verdim. Düşüncelerimi de size aktaracağım izninizle...

 Hiçbir zaman Harry Potter'a ölen biten bir tip olmadım. Yalnız, aşırı orijinal bir kurguyla yazılmış kitabı, sayesinde adam olan oyuncularını ve profesör Snape'i sevmediğimi veya daha doğrusu taktir etmediğimi söyleyemem. İlk birkaç filmi -Pottercılar nolur beni taşlamasın- çocuk gibi gelse de üç dört defa kardeşim sayesinde de izlemişimdir seriyi. Bu yüzden Fantastik Canavarlar (kısaca yazıp uzatmayacağım ismi) izlemek için iyi bir tercihti benim için.
   İnternette dönen yorumları henüz okumadım ama şahsi fikrimce filmi beğenmeyen kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Özel efektler, o ışınlanma sahneleri, oyuncu kadrosu... Her şey on numara beeş yıldız olmuş. Hayır, memnun kalmadığım bir yer olsun, kötüleyeyim diye düşünüyorum ama yok. Muazzam bir film, gerçekten.

 Konusuna gelirsek; Newt Scamander isimli büyücü "Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?" isimli kitabını çıkartmadan önce bir nedenden ötürü New York şehrine, elinde canavarlarla dolu bir çantayla gelir. O çanta, sokakta fırıncı olma adayı olan bir "büyüdışı'nın çantası" ile karışınca Bay Scamander kendini uçsuz bucaksız bir macera içinde bulur.

  Filmin özel efektleri beni şaşırttı şaşırmasına da her şeyden öte yazarın hayal gücüne hayran kaldım. JK Rowling kendini Harry Potter serisinde zaten kanıtlamıştı fakat bu seferde yazdığı canavarların kanlı canlı garip gurup şekillerde beyaz perdeye aktarılması bana tam bir beyin patlaması yaşattı. Yani, muhtemelen filmin özel efekt ekibi canlı yapmıştır o yaratıkları ama yılanımsı kertenkeleler, maymunumsu böcekler görünce  "Millet neler hayal ediyor ağabey yaa." oldum.
  Yine de Colin Farrell'ın, Johnny Depp'e dönüştüğü sahne hepsinden daha fantastik göründü gözüme. Hatta o kadar fantastikti ki gözlerim yuvarlaklığını kaybedip kalp şeklini aldı da diyebilirim.

 Colin Farrell ayrı efsaneydi. Adamda karizma, kuulluk, efendime söyleyeyim bir duruş var. Colin Farrell'ı ilk sahnesinde gördüğüm an benim için film on tam puanı hakketti.
 Hazır oyuncularla ilgili yazmaya başlamışken Eddie Redmayne'a da hayran kaldığımı atlayamayacağım. Özellikle hipopotanımsı garip yaratığı yakalamaya çalıştığı sahnede gösterdiği oyunculuk alkışlanacak cinstendi. Bizdekiler de anca mankenlikten dönme çakma oyuncular...

  Oyuncuların yanı sıra, karakterlerden en sevdiğim de Jacob oldu. Jacob şu çantasını Newt'unkiyle karıştıran insanımız. Filmin çoğu yerinde gülümsetti beni, sağ olsun.

  Bu arada film Hogwards'dan ya da daha geniş bir ifadeyle anlatmak gerekirse alışkın olduğumuz büyü atmosferinden uzakta geçiyor. Ayrıca zaman olarak da Harry Potter'dan eskisi anlatılmış. Buna rağmen Dumbledor ve Hogwards gibi kelimelerin replikler arasına sıkıştırılması,  izleyicilerine kurgunun Harry Potter aleminden o kadar da uzak olmadığını anlatmayı amaçlamış.

Büyü karşıtı insanlar, küçük çocukları ele geçiren yaratıklar, barmen cüceler, tatlişko canavarlar... Eğer mükemmel bir haftasonu geçirmek istiyorsanız adresinin Fantastik Canavarlar'ın oynadığı bir sinema salonu olmalı, benden söylemesi!



Etrafımızdaki gözü dönmüş canavarlardan arınmak dileğiyle...



5 Kasım 2016 Cumartesi

Müzik Kutusu #2: Halsey

Herkese merhabaalar, merhabaalar... Benden Westworld yazısı beklerken böyle başka bir yazı
dizisinin başlığıyla döndüğümden dolayı affınıza sığınıyorum. İnternetin aşırı sinir bozucu olması nedenine ek olarak bir de derslerden kafamı kaldıramayınca son üç bölümü hala izleyemedim ne yazık ki... İzleyemediğim, hasret kaldığım o tontiş bölümleri de dolayısıyla size yazamıyorum. Ama yazacağım. Hepsini bir izleyip, hepsini bir yazıya toplayacağım. Söz!
Gelelim bugünkü başlığa. Daha önce ilkini yazdığım "Müzik Kutusu" adlı yazı serisinde size kafayı taktığım şarkıcılarla ilgili ufaktan öneriler yapacaktım, zaten bunu biliyorsunuz. Bugün sıra güzelliğinin hastası olduğum, izlerken ve dinlerken fesatlandığım Halsey'i yazacağım. Ama önceki yazıyı hala okumayanlar varsa buraya tıklayarak beş dakikada şıp diye okuyabilirler.

29 Ekim 2016 Cumartesi

Kankaların En Kuşu

 
21. yüzyıla geldik, neredeyse ışınlanmayı keşfedeceğiz, hala aptal aptal ortalıkta dolaşan yobaz insan bozmalarıyla dolu bir toplulukta yaşamaya çalışıyoruz, ne bu şimdi? Yok efendim, kadın erkeği ne derse onu giyer, yok efendim kadın garsona sipariş veremez, kahkaha atamaz, otobüste şort giyemez... Tüm bu yasaklara boyun eğmekten zevk alan hastalıklı hemcinslerime diyecek sözüm yok elbette. Ama kendi ayaklarının üzerinde duran, istediğini giyen, istediği yerde gülen kadınlara da "Bu kötü kadın!" gözüyle bakan, beyninin yüzde yüzü samandan oluşan canlıların da diyecek sözü olmamalı artık. Olamaz! Onlara ne benim şeklimden şukulumdan? 

21 Ekim 2016 Cuma

Bella'nın Edward'la Tanıştığı Yaştayım

  Uyarı!: Bu yazıda yazacaklarım hiç kimseyi, hiçbir şekilde ilgilendirmese de canım yazmak istedi. Yani okuduktan sonra "İyi de bunlardan bize ne?" triplerine girecekler varsa aranızda, sağ üstteki çarpı tuşuna basarak blogumu derhal terk edebilir.

Takıntılı bir ergen olduğum zamanlar, Alacakaranlık filmini o kadar çok severdim ki lisede benim de başıma öyle aksiyonlar, en azından ımdb'den 8.0'ı kurtarabilecek extrem olaylar gelecek sanırdım. Ama Bella'nın Edward'la tanıştığı yaşa gireceğim gün anlıyorum ki başıma gelen en büyük şey sanırım üniversite sınavı olacak. Ne üzücü ne berbat bir hayat değil mi?
  Milletin gözüne gözüne sokmak gibi olmasın diye (sdfghjkl) başlığı "Doğum Günüme Saatler Kala" gibi bir şey yapmak istemedim. Ama zaten anlayan da, yılın en en sevmediğim bir yandan da içimde bir heyecanla karşıladığım günle ilgili birkaç kelime yazacağımı anlar. Bunun için parlak bir zekaya gerek yok sanırsam.

   Geçen sene doğum günümü ağlayarak geçirmiştim, biraz içim buruktu. Bu sene de aynısı olacağından o kadar eminim ki yarının üzerinden zıplayıp ertesi güne geçmek istiyorum diyebilirim. Bir yandan da herkesler doğum günüsümü kutlasın, bana sevgi mesajları atsın filan istiyorum. Hastalıklı ruhum en memnuniyetsiz, en kararsız mevsimini yaşıyor şu sırada, cümlelerimden bunu rahatça çıkarabilirsiniz.

14 Ekim 2016 Cuma

Westworld Bölüm 2


Ne demiş saygı değer atalarımız? Geç olsun güç olmasın! Ben de  güç olmaması umuduyla, en sevdiğim dizinin ikinci bölümüyle ilgili bir yorum yazısıyla buradayım. Dizi normalde pazartesileri yayınlanıyordu fakat yoğun istek üzerine mi, yoksa HBO'nun sabırsızlığından ötürü mü  bilinmez üç gün erken yayınlandı geçen hafta. İnternete de aynı gün düştü elbette. Ben de haftasonuna denk geldiği için hiç bekletmeden izledim. Ne yazık ki yazısını yazmak tam bir hafta sonrasına nasipmiş. Haydi başlayalım.

Başlamadan önce, ilk bölüm hakkındaki yorum yazımı okumanızı tavsiye ederim. Buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Dizinin konusu vs. her şeycikler yazıyor. 

  Elbette ki ikinci bölüm ilk bölümden trilyon kat daha muhteşemdi. Böyle düşünmemin en büyük sebebi Ben Barnes'ı sonunda görebilmiş olmam. Adamın hastasıyız. O bakışlar filan olay. Karakteri ayrı bir olay olmuş.
 Şöyle ki, Ben Barnes'ın canlandırdığı Logan zevk düşkünü, ayrıca Westworld'ün yapay bir dünya olduğunun fazlasıyla farkında. Normal, alelade bir insan oynasa Logan'ı, tiksinerek izlerdim. Ama bir insana kaka, pis, kötü, şımarık insan rolü oynamak ancak bu kadar yakışır. Vallahi cuk oturmuş. Burdan future husbandımı tebrikler ediyorum.


3 Ekim 2016 Pazartesi

Westworld Bölüm 1


Resmen bir yılı aşkın süredir beklediğim diziyi bugün izledim. Sabah uyanır uyanmaz ilk yaptığım şey bilgisayara koşup Türkçe altyazı bulmak oldu. Aradığımı buldum, bölümü de dikkatlice izledim.
Bir önceki yazıda, Westworld için bölüm bölüm inceleme yazacağımı zaten söylemiştim. İşte nasip kısmet, izlediğim gün sizin karşınızdayım.

  Aranızda belki dizinin konusunu bilmeyenler vardır diye biraz ön bilgi geçmek istiyorum. Dizi bir eğlence parkının içinde olan karmaşalar bütününü anlatıyor. Western temalı bu park ziyaretçilerine bambaşka dünya, atılabilecekleri kovboy maceralarını, kendilerini gerçek dünyalarında sanan robotlar sayesinde sunuyor. Fakat yaratıcıları olan Doktor Ford'un güncellemesinin ardından robotlar bozulmaya, hatta ve hatta silinen geçmişlerini hatırlamaya başlıyorlar.

30 Eylül 2016 Cuma

Sarı Değil, Beyaz Sayfalar...




Bu da, benim yeni sayfa açtığımda yarım saat boş boş ekrana bakıp, Allah tarafından gönderilecek ilhamı beklediğim; ilham gelmeyince de boş verip aklıma ne geliyorsa yazdığım, düşüncelerimi har vurup harman savurduğum yazım olsun. Öhöm; başlıyorum...

Vallahi son zamanlarda düşünebildiğim yegane şey şu sonbaharımsı yaz havası. Hayır, zaten aşırı dandik bir okul formamız var yani bu havada onu kamufle edebilmek için üzerime  ne geçireceğim hakkında aklıma en ufak bir fikir bile gelmiyor.
Bir de şu havalar gibi değişken insanlara takılıyorum. Dört bir yanım robotlarla, garip insanlarla çevriliymiş de haberim yokmuş. Yeni yeni öğrendim geçmişimde ve bugünümdeki insanların aslında hiiiç birinin adam gibi adam olmadığını.

Ben böyle yeni ortama kafamı sokayım, gidip iki haftada tanıdığım insana sanki kırk yıllık arkadaşım muamelesi yapayım bir insan asla olmadım zaten. En fazla arkadaş edinme olayım yıllar önce gördüğüm insanla kopan bağları onarmaya çalışmak, O tanıştırırsa yeni yüzlere selam vermek oldu. Ama hiçbir şey olmamış.

   İnsanları yemin ederim anlamıyorum ya. Ben mi uzaylıyım acaba diye oturup düşünüyorum yemin ederim. Bazen ileri gidip Kripton gibi bir gezegenden geldiğimi filan da düşünüyorum ama oraya girmeyeceğim, devam ediyorum.
  Yani anladım ki, ne yeni dostluklardan ne de eskilerinden selamı sabahı kesmek lazımmış. Dost denebilecek tek varlık anneymiş. Şahsen ben, baya canım cicim muamelesi gördüğüm insan, başka okula gittim diye telefonuma bakmayınca insanoğlunun topunu böyle çöpe atmak istiyorum. Ya da hadi küs kalmayalım barışalım diye mesaj atan, üstüne iyi ve gayet minnoş cevap alan bir insanın, "Akşam ben yine yazarım." dedikten sonra mesaj atmamasına da anlam veremiyorum. Ben yanlışlıkla whatsapp durumumu "Salağım ben, ağzıma tükürün ben yine de sizi affederim, rahat olun." filan yaptım da haberim mi yok arkadaş? AN LA MI YOR UM.
 Ya ben öyle gururluyum ki gerekirse bomboş sınıfta oturur, kara tahtayı izlerim, yine de gidip istenmediğim masaya oturmam. Yalnızca böyle çetrefilli işlerle, yormayın beni. Diyebilirsiniz direk "Biz seni hiiç sevmedik, git az ötede yaşa." Eğer böyle bir şey varsa deyin yani.
 Of girdiğim her yerde beni zıvanadan çıkarıyorlar yarabbi ağlayacağım.

Öyle yani, ne eskiyi özlüyorum ne de yeni bir şeyler olsun diye kendimi paralıyorum. Ben akıntıya kapılmış bir sandalım, bir sağa bir sola savruluyorum. Ama eminim akıntı duracak. Ben de sahilimi, evimi bulacağım. Ben sarı sayfalara çıkmış bir satılık ilan değilim. Herkes beni görsün, benimle takılsın filan da demiyorum bundan sonra. Karalanmış kalabalık bir yerde olmaktansa bembeyaz sayfanın içindeki tek bir nokta olmayı tercih ederim. Artık hiçbiri umurumda değil.

Bu arada blogtaki saçma sapan yazıları da bir güzel sildim. Oh iyi de ettim, canım kendim. Bundan sonra evden okula, okuldan eve sonra bir de uğrarsam buraya ve Wattpad'e. Gerisi yalan. (Büyük konuşmak gibi olmasın)

Zaten hayatımdaki tek aksiyonda Esra Erol programındaki Bahtiyar ve Esra'nın arasındaki ilişki -fazlası da asla olmaz, hiç hiç hiç hiç sanmıyorum-. Kesin ortada bir senaryo var ona göre oluyor bu olaylar. Ya Bahtiyar Esra'yı aldatıyor ya da Esra gidip başka birine talip oluyor. Aşırı acaipler. Vaktiniz varsa izleyin öneriyorum.
İzlemek demişken, yüzyıllardır yayınlanmasını beklediğim dizi Westworld bu pazar günü Amerika'da yayınlanıyor. Bizim internette bulup izlememiz bir iki günü alır, üçüncü gün buradayım, ilk bölümü değerlendireceğim.

Hatta belki bir Westworld serisi yaparım, her bölüm için ayrı ayrı bir şeyler saçmalarım. İster misiniz?


Bugünlük benden bu kadar. Aslında canım pek bir şey yazmak istemiyordu fakat burayı çok boşladığımı hissettim soldan soldan. Kalbim sızlıyor bir haftadan fazla bir şey yazmayınca, ya da yazdıklarımı canım okuyucularımla paylaşmayınca. Beni sevenlere çok teşekkür ederim. Geçen bir mesaj aldım, dünyalar benim oldu. İlk hayran mesajım değildi ama (övünmek gibi olmasın adhdhdsrt) şu yalnızlığı buram buram hissettiğim zamanlarımda ilaç gibi geldi.

Tamam, şimdi bitiriyorum. Ay ama ne yapayım ya konu konuyu açıyor. Neyse sustum. En büyük sınavların okul sıralarında kalması dileğiyle...






13 Eylül 2016 Salı

Hayır, Ben Daha Güzelim!

  Tatlişko kavurma bayramının ikinci gününden merhabalar efendim. Bendeniz Karamsarpollyana süper bir tatilin ardındaki bayram haftasından size çok ama çoook rahatsız olduğum bir konu üzerinden bildireceğim. Hazır mısınız?

  Az sayıdaki okurlarımın arasında sosyal medya hesabı kullanmayan yoktur diye düşünüyorum. E sosyal medya kullanıcısı olup da bir kere de olsa bu seneki "Dünya Güzeli" yarışmasına ülkemizi temsil etmesi için yolladığımız "dünyalar" güzeli kızımızın fotoğraflarını elbette bir incelemişsinizdir.
İncelemediyseniz de yuh size! Bir zahmet açın Google Bey'den araştırın. Kızın adı Ecem Uzgör.
  Vallahi ben yetenekli, muazzam Türk Mileti kızları arasından neden bu kızı seçtiklerine bir türlü anlam veremedim. Belli ki ülkenin geri kalanı da en az benim kadar şaşkın. Fakat ne yazık ki her daim yaptığımız gibi şaşkınlığımızı olabilecek en sert yolla, hakaretle dile getiriyoruz.

2 Eylül 2016 Cuma

Güzel Film Mi Dediniz?: Tutsak

Evde olduğum için illa buraya bir yazı yazmak istedim ve buradayım. Bendeniz okulun ilk haftası şifayı kapmış biri olarak sizinle, izlediğim ve baya bir etkilendiğim bu filmle ilgili düşüncelerimi  paylaşacağım. Haydi bismillah...

Bu yazın başlarında izleme fırsatı yakaladığım filmin, baş rollerinde Hugh Jackman ve Jake Gyllenhaal oynuyor.
Filmin konusuna gelirsek; Şükran Günü için bir araya gelen iki ailenin kızları aynı gün ortadan kayboluyor. Kızların ağabeyi iki küçük hanfendinin aynı günün başlarında eski püskü bir karavanın arkasında oynadığını söyleyince, karavanın sahibi kelimenin tam anlamıyla gerizekalı olan Alex bir numaralı şüpheli haline geliyor. Ama polis delil yetersizliğinden Alex'i serbest bırakınca, küçük kızlardan  birinin babası olan Keller Dover'ın (Hugh Jackman) merhameti ve kızı arasında verdiği kararsızlık savaşı başlamış oluyor.

28 Ağustos 2016 Pazar

2016 Yaz Kitaplarım 5: Leopar

Bu yazın son kitabı Leopar'ı bugün saat üç sularında bitirdim. Kendime meydan okumuştum, bir haftada yedi yüz on dört sayfa okuyacağım diye, okudum. Mutlu muyum? Evet!

Mutluluğumun kaynağı sadece kapkalın bir kitabı bitirmiş olmam değil, kitaptan büyük zevk almam. Ayrıca Harry Hole, yani baş karakterimizle tanışmış olmam.
Benim gibi kitap sever insanların kitap karakterlerine aşık olması zaten yeni bir durum değil. Benim de başıma ilk kez gelmiyor elbette. Ama Harry Hole tüm umursamazlığı, cesurluğu ve kötü alışkanlıklarıyla ilk önce kanıma, oradan da kalbime işledi diyebilirim.
Ahmet Ümit okumuş olanlar komiser Nevzat'ı bilir. He işte, Harry Hole de bizim Nevzat polisin Norveç versiyonu ve bir tık daha diplerde yüzeni...

Kitabın konusu klasik. Ardarda işlenen cinayetler, vakayla uğraşmak istemeyen fazlasıyla yetenekli ama hayattan bezmiş bir polis, polisin yardımcıları... Sadece bu sefer cinayet masasının, katili bulmakla yarıştığı bir kurum, bir ekip daha var. Böylece aralarında köstebekler barındırıyorlar.

23 Ağustos 2016 Salı

O Zaman Dans!

Herkese kocaman merhaba. Dünkü yazının üstüne çok efsanevi bir şey oldu. Yarrabbim ne büyük sevinçler bunlar! Resmen mutluyum en sonunda. Anladım ki; zor zamanlar da geçiyormuş. Üzüntü, sıkıntı filan geride bırakılabiliyormuş. Bunu yapmak için de yapmamız gereken tek bir şey
varmış: Devam etmek.
Devam etme kararımı üç gün sonra verdim. Olan olmuştu ve elimden bir şey gelmezdi. Ben de gözlerimi kapattım, açtığımda ise gördüğüm tek şey geleceğimdi. O noktadan sonra ideallerime odaklanmaya karar verdim. Hayallerime döndürdüm tüm düşüncelerimi. 

Zaten çok geçmeden de başıma çok güzel bir şey geldi. Adeta bir işaret. Doğru yoldasın, böyle git işareti.
Hepimizin başına gelmiştir böyle bir şey elbette. Hani bir şarkı var ya, ben pek sevmem o şarkıyı ama şu sözü tam beni anlatıyor: "Her şey bitti derken, şansım döndü birden." Başıma gelen olay bu. 

"Ne oldu da bu kız böyle sevindi?" diye merak ettiğinizi duyar gibiyim. Hayır efendim, Wattpad kitabıma yayın evinden istek filan gelmedi. Hayır, piyangoyu da tutturamadım maalesef. Belki de çok çok büyük olmayan bir şey oldu. Pinkfreud dün yazdığım yazıyı okudu! İnsanlık için küçük, benim için dev adım, DEV.

Ama bana böylesine güç veren olaylar bununla sınırlı değil. Size kronolojik olarak, bana dünyaları fethedebileceğim kadar güç veren dört muhteşem olayı anlatacağım. Ama baştan uyarayım, öyle abarttığım gibi mucizevi şeyler değil.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

2016 Yaz Kitaplarım 4: Sorun Bende Değil Sende

Bu yaz ne kadar az kitap okuduğumu fark ettim ve evde kendi kendime çıldırmalardaydım, bu yüzden birkaç gün gecikmeli yazıyorum Sorun Bende Değil Sende kitabı yorumumu. Affolur umarım.

Beni tanıyan bilir Pinkfreud hayranı olduğumu. Bu hayranlığım elbette yazdığı blogu keşfetmemle başladı. Hatta blog açmama büyük bir ilham oldu da diyebilirim.
Uzun süredir, böyle alaycı şekilde blog tutan birinin romanı acaba nasıldır diye düşünüyordum. Geçenlerde kitabını alma fırsatım oldu. Aldığım gibi de okumaya başladım, gül gül gül öldüm.

Kitap uzun süredir birlikte olduğu sevgilisi tarafından terk edilen Pelin'in yeni bir aşk bulacağına ant içmesi ile başlıyor. Pelin eski sevgilisi Bora'nın, ayrıldıktan bir iki ay sonra bir kadınla da evlendiğini öğreniyor falan filan. Sonra gelsin yakışıklısı, enteli, danteli, sanatçısı, Fransız'ı... Pelin aşkı bulmak için her yolu atlamadan deniyor kitap boyunca.
Benim içimde merak uyandıran tek şey kitap boyunca şu oldu: "Pinkferud gerçekten bunları yaşadı mı?"
Çünkü bilen bilir Pinkfreud'un gerçek ismi Pelin. Kitabın baş karakterinin ismi de Pelin. Ve bazı yerlerde cidden yaşadığını anlatıyormuş gibi geldi bana. Yani izninizle, sevgili pinkfreudçuğum olur da bu yazıyı okursan cidden şu üstteki sorunun cevabını merak ediyorum. Cevabı bir köşeye iliştiriversen baya bir mutlu olurum.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Müzik Kutusu #1: Alex & Sierra


Daha önce bizi mutlu eden minik şeylerden bahsetmiştim, değil mi? (Hatırlamıyorsanız aşağı inerek okuyabilirsiniz.) Biraz daha bahsetmek gerekirse, bizi hep mutlu eden en küçük şeyin bir dizi nota ve birkaç şarkı sözü olduğunu söyleyebilirim sanırım. Zaten bunu herkes biliyor...
Yalnız bu devirde iyi müzik bulmak hem kolay hem de zor. Kolaylığı, elimizin altındaki
internetle her saniye yeni melodiler keşfedebilme olasılığımız. Zorluğu ise her keşfettiğimizin iyi olmaması.
Gerçi kimsenin müzik zevkine laf etmek istemem. Sonuçta müzik de gönül işi ve hepimiz biliyoruz ki gönül ota da konuyor, en olmadık pis şeye de konuyor...

Durumlar buyken, ben sizinle gönlümün konduğu şarkıları, şarkıcıları paylaşmaya geldim.

Bugünkü seçimim de Alex ve Sierra'dan yana oldu. İzlediğim ilk ve tek X Factor sezonunun birincileri oldu bu iki sevgili. Taaaa ilk bölümden beri aralarındaki kimyaya hayrandım. Türkiye'deki tek destekçileri de muhtemelen benimdir. Yaptıkları her coverı böyle salyalarım akarak izliyor sonra da telefonuma indiriyordum.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

2016 Yaz Kitaplarım 3: Her Şey Bitti Derken

 Başlığı okuduktan sonra dilinize "Her şey bitti derken, şansım döndü birden..." şarkısı takıldıysa kusuruma bakmayın. Çünkü ben ne zaman kitabın adını söylesem o uğursuz şarkı dilime takılıyor. Dilimi koparasım geliyor.
 Öte yandan kitabı yorumlamaya başlayacak olursam; adının aksine çok güzeldi. Zihnimdeki güzel kitaplar sıralamasında ilk beşe girdi. Okurken biraz oyalandım ama kaybettiğim tüm zamana değdi. Sanırım etkisinden uzun süre çıkamayıp, millete sürekli anlatacağım bir kitap.

Konusunu merak ediyorsunuzdur şimdi. Şöyle anlatayım: Nastya dört yüz küsür gündür sessizlik yemini etmiş bir kız. Gerçi kendi sessizlik yemini etmediğini söylüyor ama, bence öyle. Neyse konuya dönelim...

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Çaput Bağlama Yazısı #2

Güneşsiz bir yaz gününün verdiği iğrenç duygular içinden, sizi zar zor selamlıyorum. Aslında böyle günleri severim. Dışarıda yağmur yağarken, bir fincan dumanı tüten papatya çayını, bilgisayarın yanına koyup yazdığım kelimeler eşliğinde yudum yudum bitirmekten başka zevk aldığım çok az şey var yaşantımda.
Ama nedense bugün öfkeliyim. Sabah, birkaç sinir bozucu mesaj ve daha açıklama yapmamı beklemeden beni yargılayan biri sinirlerimi bozdu.
Ve ben bozuk sinirimi tamir etmek adına yakın gelecekten, şu önümüzdeki ağustos ayından beklentilerimi yazacağım.
Zaten belki hatırlarsınız; nisan ayı için de böyle bir çaput bağlama yazısı yazmıştım. Onu da okumak isterseniz aşağıda bir yerde bulabilirsiniz.

Şimdi ben ağustostan ne istiyorum; oraya gelelim...

Çaput Bağlama Yazısı

 Vallahi ilk istediğim şey HUZUR. Belki de en önemli istediğim bu. Sadece kendim için değil. Yaşadığım topraklar için huzur istiyorum. Evimizde oturmuş haberleri izlerken üzülmeyelim istiyorum.

 Yeni şarkılar keşfetmek ve keşfettiğim şarkılardan bıkmamak istiyorum. Çünkü son zamanlarda bütün gün evdeyim ve her işi yaparken şarkı dinleme ihtiyacı duyuyorum. Kitap mı okuyorum? Tak kulaklığı!  Hikaye mi yazıyorum? Tak kulaklığı! Bloga mı yazıyorum? Kulaklığı gönder gelsin!
 Dolayısıyla müzik bağımlılığım beni şarkısız bıraktı. Listemdeki tüm şarkılardan bıkmış durumdayım.

Diğer isteğim odamı süsleyecek çiçekler. Bir ara, biri sarı diğeri kırmızı olmak üzere iki saksı menekşem vardı. Ne yazık ki birkaç hafta dayanıp soldular. Oysaki onlarla konuşmak gerçek bir insana dert anlatmaktan daha çok hoşuma gidiyordu. Bazen bana özel terapist olduklarını düşündüğüm bile oluyordu. R.I.P güzel çiçeklerim.

Hala orada burada fotoğrafına denk gelip küfür etmekten kendimi alamadığım insanlar var. Nefretimin geçmesini değil de, en azından istemeyerek ettiğim küfürlerin azalmasını diliyorum. Yani ismi lazım değiller; DAHA AZ FOTOĞRAF PAYLAŞIN!!

Ağustosta günlerin 36 saat olmasını diliyorum çünkü tatil bitiyor.

Bir de trip yemek istemiyorum. Bu da bizi ilk maddeye geri döndürüyor: HUZUR.

Son olarak;
Henüz izlemedim ama Ezra'nın Aria'ya ya evlenme teklifi ettiğini biliyorum. (Pretty Little Liars Twitter sayfası sağ olsun, her hafta spoiler yiyorum ama katiyen takipten çıkarmak aklıma gelmiyor.). Yeni bölüm birkaç hafta arayla gelecekmiş. Ağustos ayında Ezra ve Aria'nın düğün sahnelerini içeren bir bölüm izlemek istiyorum.


İşte bu kadar. Çok da fazla şey istemiyorum aslında. Bir baktım da hepsi olabilir şeyler. 36 saatlik bir gün özellikle çok olası değil mi?

Benim kadar mütevazi istekleri olan musmutlu insanlara dönüşmeniz dileğiyle...




18 Temmuz 2016 Pazartesi

2016 Yaz Kitaplarım 2: Tutsak Güneş

Sanırım düşündüğümden daha az okuyorum. Yani en azından bu sıralar öyle. Sanırım kendimi sınavlara verdiğim için. Önümde yoğun bir yıl var sonuçta.
Boş verelim şimdi sınavları da, henüz dün bitirdiğim kitap hakkında düşüncelerime gelelim. Kitabın adı Tutsak Güneş. Yazarı Ayşe Kulin.
İlk defa Ayşe Kulin okudum. Benim kuşağımın geneli, içi boş sayfaları okumayı tercih ettiği için sanırım. Gerçi ben de seviyorum bazen anlamsız kitapları okumayı ama bunu da boş verelim, Tutsak Güneş'e dönelim.

Kitapta Yuna Otis isimli bir bilim kadınının başından geçenleri anlatıyor. Yuna, erkek egemen bir toplumda, baskının hükmü altında yaşıyor. Ülkesi ile güneş arasına giren bir meteor herkesi karanlık içinde bırakırken uyku problemi ve unutkanlığıyla cebelleşiyor ana karakterimiz.

27 Haziran 2016 Pazartesi

2016 Yaz Kitaplarım 1: Kafes

Çok, çok ve çok sıcak bir yaz gününden bildiriyorum: Bugün size kitap yorumu yazacağım.
Karar verdim ki, blog yazmak beni bir hayli zorluyor. Ben de her daim zorlanmadan yazabileceğim bir yazı dizisi hazırlayayım, böylece konu bulmakta sıkıntı çekmem hem de sık sık bir şeyler paylaşmış olurum diye düşündüm.
Ardından karar verdim. Bu yaz okuduğum tüm kitaplar için yorum yazısı yazacağım, sizinle kitaplar hakkında naçizane düşüncelerimi paylaşacağım.
Tüm günümü evin içinde "Bugün ne yapsam da çıldırmasam?" diye dolanarak geçirirken tam da halime şükür ettirecek bir kitabın sayfaların arasından çıktım geldim bugün. Aslında yazıyı biraz geciktirdim çünkü kitabı bir hafta önceden okumuştum. Neyse; geç olsun güç olmasın diyeyim ve konuya giriş yapayım.

23 Haziran 2016 Perşembe

Küçük Şeyler

  Tahmin edebileceğiniz üzere başlığı İngiliz bir "boy band'in", ergen yaş grubunu eğlendiren şarkısının Türkçe ismi olarak yazmadım. Bizi mutlu eden küçük şeylerden bahsedeceğim için yazdım. Mutlu olmanın kolay olduğunu adeta bize ispatlayan küçük şeyler...
  Neden hep daha fazlasını istiyoruz? Neden daha fazlasını isterken elimizde olanları da kaybetmeye mahkumuz? Bu, yeni çağda insanoğlunun üstüne yapışan bir lanet mi? Yoksa nankörlüğümüzü dizginlememiz için bize verilen bir ceza mı?
  Bence bu bir ceza. Hem ceza hem de bir ödül.

  Burada zenginlerin aslında mutsuz olduklarını, mal arttıkça huzursuzluğun da arttığını konu alan; fakir insanların ise küçücük bir şeyden bile büyük zevk alabildiklerini yazdığım bir yazı olmasını istemediğim için size daha farklı örnekler vereceğim:
  Yalnızlık.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Game Of Thrones: TOP 5

Hazır altıncı sezon başlamak üzereyken, bu yaz bir oturuşta bitirip hastası olduğum Game of Thrones ile ilgili bir şeyler yazayım dedim. Aslında yine dizi önerisi olarak yazmak isterdim ama herkes biliyor GoT'un ne kadar efsanevi bir dizi olduğunu, o yüzden vazgeçtim. Ben de en güzel bölümlerden bir Top 5 yapayım, maziyi analım dedim. Baştan uyarayım her paragrafta ayrı spoiler var.

İşte benim Top 5 listem:

5 Numara: 4. Sezon 8. Bölüm - The Mountain and the Viper

İzledikten sonra dehşete kapıldığım bölüm. Bir kere Theon'u eski haline yakın bir şekilde görmek güzeldi. Gitti adamları kaleyi vermeleri için ikna etti falan filan. Sonra Sansa, Serçeparmağı akladı.

Ama dehşete kapıldığım kısım kesinlikle son sahneydi. Gerizekalı Oberyn'ın kazanmak üzereyken kafasının patladığı o sahne.... Muhtemelen sahneyi çekerken cnm Oberyn'ın kafası yerine karpuz filan koymuşlardır ama insan bir şok oluyor o anda. Bir de karısının o çığlığı... Ah be Oberyn o son konuşmayı yapmayacaktın...

Beni bu kadar etkileyen sahneyi izlemek isterseniz, buyurun buraya bırakıyorum:

12 Nisan 2016 Salı

Çaput Bağlama Yazısı

Merhabalar, merhabalar.
Bu güzel nisan gününde odama kapandım yine size sesleniyorum. Yoğun bir hafta geçiriyorum. Umarım sizin haftanız benimkinden bin kat daha güzel geçiyordur. Umarım.
Kötü günler geçirirken her zaman iyi günlerimi ve beni bekleyen güzellikleri düşünür kendimi avuturum. Sonuçta her sağanağın sonunda güneş doğuyor, hatta bazen gök kuşağı bile çıkabiliyor, değil mi?
Ama iyi şeylerin nasıl olsa olacağını düşünerek geleceğe bel bağlamak da biraz yanlış. Biraz akışına bırakırken biraz da akıntının yönünü değiştirecek hamleler yapmak lazım.
Hatırlarsınız ki; her şeyin düşünmekle ilgili olduğunu yazmıştım daha önce. Başarıyı düşünerek kendimizi motive etmenin bize iyi geleceğinden bahsetmiştim.(Eğer bu yazıyı hatırlamıyorsanız sayfada aşağı inerek ne yazdığımı gözden geçirebilirsiniz, yazının başlığı "Hayalet"...) İşte bu düşüncemden yola çıkarak siz umut sahibi insanlara özel,  biraz devam niteliğinde ikinci bir yazı yazıyorum şu an:

Çaput Bağlama Yazısı

Ben çok çabuk heyecanlanan ve stres yapan biriyim. Bu huyum şu kısacık ömrüm boyunca hep sorun olarak kaldı bir köşede. Belki de başarısızlıklarımın büyük çoğunluğu bir türlü kurtulamadığım bu 'hayaletlerim' yüzünden.
Benim bu huyumdan haberdar olan bir öğretmenim bana güzel bir tavsiyede bulunmuştu bundan birkaç yıl önce. Hiç unutmuyorum. Yanına çağırmıştı da söylemişti. "Yaz." demişti. "Aklından geçenleri, korkularını yaz. Kimseye de okutma yırtıp at."
Şu ana kadar kimseye anlatamayacağım çoğu şeyin üstesinden hep böyle geldim. Yazdım, yırttım ve attım.

Fakat bugünlerde, kötü şeyleri yazıyorum da neden yakın gelecek için kurduğum hayalleri yazmıyorum diye kendime soruyorum. Yazsam yırtıp atmaya kıyamayacağımı da biliyorum. Baktım yazacağım kendime engel olamıyorum, en iyisi bloga yazayım, gelen geçen okusun azıcık dua etsinler "İnş olur, inş olur." diye düşündüm.
Ayrıca belki bu yazı şu anneannelerimiz, babaannelerimizin çaput bağladığı dilek ağacı görevini görür de bir kaç okuyucum aşağı isteklerinden bahseder, içini döker...

15 Mart 2016 Salı

Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar

Neden, etrafımızda o kadar çok insan varken, arkadaş edinmek teknoloji sayesinde böylesine kolayken sürekli yalnızlıktan yakınıyoruz?
Sanırım bu büyük sorunun cevabını verebilecek kadar engin bilgiye sahip değilim. Fakat düşüncelerimi sizinle tüm içtenliğimle paylaşabileceğimi sanıyorum.

Sorun bizde!

İnsan biriktirmeye alıştık çünkü. Etrafımızdaki insan sayısıyla ve sosyal medya hesabımızdaki takipçi fazlalığımızla orantılı sanıyoruz mutluluğu. En azından iyi hissettiriyor değil mi yağmur gibi yağan beğeniler, yorumlar?
İnsan biriktiriyoruz işte. Gerekli gereksiz kim varsa istifliyoruz bir kutuya. İşimiz düşer de kullanırız diye, diğerleri çok tanınanı çok “iyi” sanıyor diye.

Sonra kenara aldığımız her şahsa değer biçiyoruz kendimizce. Yanımıza alıyoruz, seviyoruz. Eğleniyoruz onlarla birlikte. Yeri geliyor ağlıyoruz belki de.

 Ne kadar taşırsak onları yanımızda o kadar da tanıyoruz. Yüzlerine boyadıkları o ifadeler gün geçtikçe siliniyor, akıyor yapmacıklıkları. Gerçeğe dönüş yapılıyor.
Tanıyoruz dedim ya, kötü yönler batıyor kıymık gibi. Oynadıkça daha da acıtıyor.

Kimse kimseyi o kötü yönleriyle kabul etmek zorunda değil elbette. Yaşanan bir uzaklaşma senfonisinin ardından yapılıyor tekrar makyajlar bir şekilde. Giyiliyor kostümler ve oyuna devam ediliyor.

Her insan başına bir tane yakın arkadaş düştüğüne inanıyorum ben. Yakın arkadaş dediysem kastım şu kardeş denilenden. İki tane dost bir hayat sığmıyor. Makyajını silmediğinde hatta maskesini çıkartmadığında bile size tertemiz görünen bi’tanecik insan… Biriktirdiklerinizden apayrı bir yerde elini omzunuza koymuş sizi her türlü belada, mutlulukta destekliyor.

Marilyn Monroe’nun uzunca bir sözü var. “Bencil sabırsız ve biraz güvensizim. Hatalar yapıyorum, kontrolsüzüm ve zaman zaman idare edilmesi güç biri oluyorum. Ama en kötü halimi idare edemiyorsan, en iyi halimi de kesinlikle hak etmiyorsun.” Diye….

Yalnızlığın sağır edici sessizliğini susturmak istiyorsanız, biriktirdiğiniz yığınla insanın arasından birini ayırın kenara. Kargaşa anında yanınızda olan olsun bu ayırdığınız kişi. Öyle biri yoksa da bulun onu. Çünkü ben onun da sizi aradığından eminim.

Emin olduğum bir diğer şey o kişiyi ayırt etmenin başka bir yolu:
Onu her hatasında koşulsuz şartsız affedeceğiniz.

Burada arkadaşlık üzerine yazdığım ilk yazı değil bu, son olmayacağını da söyleyeyim. 

Dostunuzla yalnız kalabileceğiniz ve kahkahalarınız havada uçuşacağı günler geçirmeniz dileğiyle…

20 Şubat 2016 Cumartesi

Love, Rosie

Filmini izler izlemez, kitabını okumak istediğim fakat henüz Türkçe'ye çevrilmediğini öğrendiğim (Hayatımın hayal kırıklığı olmuştu.) muhteşem bir hikaye hakkında yazacağım size bugün.

Film çocukluklarından beri arkadaş olan Alex ve Rosie etrafında geçiyor. Birlikte hayal kurarak büyüyorlar, büyüyorlar ve Rosie'nin küçü
cük bir hatası yüzünden bu hayalleri ayrı gayrı gerçekleştirmek zorunda kalıyorlar.Arkadaşları ne kadar güçlü olsa da Rosie, filmin başından beri Alex'e aşık. Ne yapıyorsa zaten onu kıskandırabilmek için yapıyor kanımca.
Rosie hamile kalıyor! Hem de başka birinden.

Bu yüzden Alex başka bir şehirde istediği gibi yaşarken, Rosie ilk önce evlatlık vermek istediği daha sonra ise annelik yapmaya karar verdiği bebeğiyle, büyüdüğü şehirde, düşük maaşlı bir işte çalışmak zorunda kalıyor.

Rosie evleniyor, Alex evleniyor. Düşüyorlar, kalkıyorlar, koşuyorlar ve duruyorlar. Film boyunca insanın içi gidiyor aralarındaki 'arkadaşlık' kavramına,asla ayrılmayışlarına...

Yirmi yıllık bir zaman diliminde geçen, gel gitleri olan, biraz ağlatan ama sonunda oldukça sevindiren hayat gibi bir film. Sanki "Her an, her şey olabilir, umudunu kaybetme!" diye bas bas bağırmış.

Ayrıca Sam Claflin ve Lily Collins o kadar minnoş bir çift olmuş ki anlatamam. Yani cast'ı kim yapmışsa ellerine sağlık. Göz bile kırpamamıştım bazı romantik sahnelerde :)

Çok fazla spoi vermemek için yazıyı kısa kesiyorum. Romantik filmleri benim gibi bayıla bayıla izleyenlerin kesin beğeneceği bir film. Altta da fragmanı var;




Bütün gün tembellik yapıp, mükemmel filmler izleyeceğiniz bir pazar geçirmeniz dileğiyle...

-Karamsarpollyana-


18 Şubat 2016 Perşembe

Neden Konuşmuyoruz?

Geçen sene dil anlatım dersleri benim için tam bir işkenceydi. Zaten senelerdir bize anlatılan konuları tekrar tekrar dinlemek o kadar sıkıcı geliyordu ki derste yavaşça kapanan gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Yalnızca benim için değil, tüm sınıf için durum böyleydi. Hiç unutmam bir keresinde sınıfın yarısı toplanıp derse girmemiş, artık bahçede yer almayan çardakta oturup vakit öldürmüştük.

Bu sene ise dil anlatım adeta merakla beklediğim ders olup çıktı. Her hafta Perşembe günü son iki ders “Acaba bu sefer ne üzerine tartışacağız?” diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Sanırım derslerden keyif bile alıyorum.

Bu hafta “Neden konuşmuyoruz?” diye sordu öğretmen sınıfa. Her zaman yaptığım gibi pür dikkat “konuşabilen” arkadaşlarımın fikirlerini dinledim. Belki ilgimi çeken bir şeyler söylerler diye bekledim.
Pekala, hepsi güzel şeyler söyledi. Biri “Okumuyoruz.” diye diretti. Diğeri eğitim sistemiyle ilgili bir şeyler söyledi. Açıkçası onları çok dikkatli dinlememe rağmen hangisi ne dedi pek hatırlayamıyorum şu an. Hatırladığım şey, içimden kendimce bu konu üzerine yaptığım yorumlar…
 Ben hayatım boyunca, konuşma konusunda biraz eksik oldum ne yazık ki… Bu yüzden kendi düşüncelerimi parmak kaldırıp sınıf ortamında söylemektense, zaten caaanım arkadaşlarımın merakla takip ettiği bloguma yazmak daha mantıklı geldi.

Arkadaşlarımın hepsi haklıydı. Eğitim ezberci olduğundan fikirlerimizi açıklamaya alışkın değiliz. Okuma kısmına gelirsek de, çoğu insan kitabını okumaktansa filmini izleyip zamandan tasarruf sağlamayı tercih ediyor.

Tüm bunların yanı sıra bence iki farklı etken daha var. Bu etkenler benim bugün sınıf içinde düşüncelerimi dile getirememde de etkili maalesef.

Bence bizler ne kadar okusak da ya da eğitim sistemimizi ne kadar geliştirsek de, eleştirilmekten korkan pasif insanlardanız. En azından ben öyleyim diye düşünüyorum. Gerçi bu korku eleştirildiğim konuya göre değişiyor.
Mesela ben bir konu üzerinde bir şey söylerken, çoğu dinleyenim beni o konu için değil de, görünüşüm ya da zevklerimle ilgili eleştiriyor içlerinden. Dilim sürtecek, bir yerde kekeleyeceğim veya gözlüklerim ağzıma girecek falan diye ödüm kopuyor. Bir de ben sakar biriyim. Tam konuşmamın ortasında bir sakarlık yaparım da rezil olurum diye düşünmekten ne diyeceğimi de unutuyorum.
Zaten geriliyorum. Korku filmi izlerken gerilmediğim kadar geriliyorum.

Yani ilk etken: Utangaçlık ve paranoyaklık.
İkinci etken ise: Pakete bakan insanların, düşüncenin tadına varamadan yapıştırdıkları fiyat etiketi.


İşte bu yüzden yazıyorum ben. Yazılarımı okurken dilim sürttüğü için bana gülecek bir insan yok. Yanlış bir şey yazarsam silebilirim yayınlamadan önce. Saçma cümlelerimi düzeltebilirim. Evvela yazarken, takmayı çok sevdiğim kavanoz gözlüklerimi rahatça takıp “Oh be kimse akvaryumun arkasından baktığımı düşünmüyor!” diye huzur doldurabilirim içime.

İnsanların verdiği peşin hükümlerle ilgili de uzunca bir yazı yazmak istiyor canım. Ama bugün değil. Bugün sizinle bu kadar sözcük paylaştığım yeter sanırım.

Boş konuşan insanların susması, mantık sahibi insanların harcanmaması dileğiyle…




14 Şubat 2016 Pazar

Bir Gün


 Blogta bir köşesi olsun istediğim kitaplardan biri: Bir Gün. İki kez okumama rağmen gözüme çarptığı her an elime alıp bir kez daha göz gezdirdiğim, belki de en çok sevdiğim roman, hatta film.

  Bir Gün’le annemin elindeyken tanıştım. Sonra baktım annem baya sevdi, dedim ki açıp bir filmini izleyeyim. Filmi kapattığımda salya sümük ağlarken buldum kendimi. Böyle güzel bir olay örgüsünü ve aşk hikayesini sindire sindire okumak istedim, film biter bitmez kitaba sarıldım.
  
Kitap, iki ana karakter olan Dexter ve Emma’in 15 Temmuz 1988’deki üniversite mezuniyetinin ardından, birlikte eve gitmeleriyle başlıyor. İki genç insan tüm gece gelecekleri ve umutları hakkında uzunca bir konuşma yapıyor, bir bağ kuruyorlar: Dostluk.

 Kitap beni ilk sayfasından, son cümlesine kadar, her anıyla etkiledi. Ama en çok etkilendiğim nokta (dikkat spoi) Dexter’ın Emma’ya başka biriyle evleneceğini söylediği sayfalardı. Bir de (yine spoi) Emma öldükten sonra yazılmış olan birkaç bölüm…
 
İki insanın birbirlerini bulma, kaybetme, büyüme; kısacası “hayat” hikayelerini okuyoruz kitapta.
Olaylar çok gerçekçi. Neredeyse gerçek bir hikayeden esinlenerek yazıldığına inanabileceğim kadar gerçekçi hatta. Okurken insanın içine işliyor, sevdiği kişiyi kaybetme korkusuyla yüzleşiyor adeta son sayfalarda. Açıkçası ben her hücremde sözcük sözcük hissettim kitabın vermek istediği tüm duyguyu.

Emma kitap boyunca uzaktan uzaktan Dexter’a bir duygu besliyor (Sevgilisi olduğu zamanlarda bile bu belli.). Kendi halinde, büyük hayalleri olan genç Em, biz okudukça büyüyor, olgunlaşıyor ve bata çıka hayallerini gerçekleştiriyor aslında.
 
Dexter ise tam anlamıyla zengin züppe. İstediği her şeye sahip. İlerledikçe her ne kadar Emma ne kadar yukarı çıktıysa, Dex de bir o kadar dibe batmaya başlıyor. Işıltılı hayatının yerini, eski bir arkadaşının yanında çalışan bir işçinin
hayatı alıyor.

Em’in Dex’e hayranlığı ve Dex’in bu duruma kayıtsız kalması, buna rağmen her düştüğünde Emma’ya sarılması beni kıran bir başka nokta oldu. Dedim ya, biraz da sonunu bilerek okumaya başlamamdan olsa gerek baya duygusaldım kitabı okurken.

Elbette internette kötü yorumlar da mevcut. Ama benim en sevdiğim kitap sıralamamda ilk üçte Bir Gün. Hatta belki bir numara. Eğer sizi derinden etkileyecek bir aşk hikayesi arıyorsanız, bu kitabı okumamak büyük bir kayıp olur.
  
Birkaç kitap alıntısıyla sizi baş başa bırakıp, yazımı sonlandırmak istiyorum.

Bir kitabın baş kahramanları gibi hissedebileceğiniz mutlu bir sevgililer günü yaşamış olmanız dileğiyle...

      “”Seni kırkında hayal edebiliyorum,” dedi sesinde bir imayla. “Şu an gözümde          canlandırabiliyorum.” Genç adam gözlerini açmadan gülümsedi. “Devam et.””

      “İşin sırrı dedi kendi kendine, cesur ve atılgan olup bir fark yaratmakta. Bütün dünyayı değil,    sadece etrafını biraz değiştireceksin. Çift diploman, tutkun ve Smith Corana marka yeni elektrikli  daktilonla dışarı çık ve herhangi bir şey için çok çalış… Mesela sanatla hayatları değiştir. Çok  güzel şeyler yaz. Arkadaşlarına değer ver, ilkelerine sadık kal, tutkuyla ve dolu dolu yaşa. Yeni  şeyler dene. Sev ve sevil, eğer mümkünse. Dengeli beslen. Bunun gibi şeyler.”

 “”En önemli şeyin bir tür değişiklik yapmak olduğunu sanıyorum" dedi genç kız. "Bilirsin bir    şeyleri gerçekten değiştirmek."
 "Nasıl yani, dünyayı değiştirmek gibi mi?" 

 "Bütün dünyayı değil. Sadece kendi etrafını.””

““Konuşmaya ihtiyacım var; Biriyle değil, seninle.””

“"Gençken her şey mümkünmüş gibi görünüyordu. Şimdi imkânsız."

“...ama bir kez daha yazmakla okumanın farklı şeyler olduğunu keşfetmişti; okuduklarını emip sonra sıkıp yeniden çıkaramazdın.

“"Senden nefret etmiyorum ama sen yanarken benim elimde bir bardak su olsa, o suyu içerim."

“Çökmüş görünüyordu.Zayıf ve yorgundu;yüzü ona yakışmayan bir kirli sakalla gölgelenmişti ve bu ziyaretin beraberinde getirdiği felaket potansiyelini hatırladı.Ama Emma'yı görünce gülümsemeye başlamış,adımlarını hızlandırmıştı.

“"Sır olarak saklamak istediğin bir şey baştan hiç yapmaman gereken bir şeydir!"

“Bazen olağanüstü anların yaşandığının farkında olursun,bazen geçmişten yükselir.Belki insanlarda öyledir.


Filmin Fragmanı:







-Karamsarpollyana-

1 Şubat 2016 Pazartesi

Kırk Beş

Az okunmalı fazla mütevazi bloguma, kısacık bir yazı eklemek istiyorum bugün. Aslında bugün yayımladığım ikinci yazım olacak ama dediğim gibi yazmadan duramıyorum, hastalık gibi bir şey.

Bundan bir ay önce filan Wattpad'den gelen mesajlarımı kontrol ederken arada bir mesaja rastladım. Aldığım her mesajı okumaya çalışıyorum elbette. Bu mesaj da diğer mesajlar gibi bir kaç satırlık övgüyle başlıyordu. Sonrası ise biraz istek cümlesiyle tamamlanmıştı.
Okuyucum benden ödevini yapmamı istedi. Trajikomik. "YAPACAK OLSAM KENDİ ÖDEVİMİ YAPARIM!" diye bir cevap yazacakken ödev konusu ilgimi çekti.
"Kırk beş yaşımızdaki halimize mektup yazmamızı istediler." yazmış okuyucum. Boş boş baktım ekrana. Kırk beş yaşında hayal etmeye çalıştım kendimi. Yolun yarısını bile geçmiş halimi.

 Hep isterim ama cesaret edemem upuzun saçlarıma kıymaya. Belki kırk beşime kısacık bir kahkül ve omzuma düşen sarı saçlarımla girerim. Biscolata reklamından çıkmış kocam, lüks malikanem, odalar dolusu ödül kazanmış çok satan kitaplarımla...
 Belki de var sayarım yerimde. Annemlerle oturduğum çocukluk evimde köşesinden tutarım hayatın. Mutsuz olduğum işim, sırtımda yük olan hatalarım ve kaybolmuş hayallerim yoldaşım olur.
 Belki kırk beşim en mutlu yaşım olur. Gözlerimde kaz ayaklarım, saçlarımda beyazlarım geçmişin yasını tutmak yerine geçmişin getirdiklerini kutlarım o yaşımda. Acısıyla tatlısıyla yaşadığım kırk beşinci yılım sığmaz dillere belki...
 Ya da yaşayamam, göremem kırk beşimi. Kim bilir belki ölürüm yirmi birimde, otuz üçümde.

Sevgili kırk beş model ben;
Eğer o yaşa gelebildiysen, pekala lise yıllarından kalma saçma blogunu da google'da aratabilirsin. Başına ne geldi, neler yaşadın bi'haberim ama azıcık da olsa kendimi tanıyorsam ki tanıyorum hayallerimi ucundan kenarından gerçekleştirmişimdir.
Lise arkadaşlarını görmüyorsan eğer, sana kızgınım haberin olsun. O muhteşem ortamı nasıl terk edersin anlamıyorum. Haa, eğer hepsiyle eskisi kadar yakınsan da aferin sana. Büyük bir life goals olmuş.
Kaç tane kitabın var, kitabın var mı, aslında öğrenmek istediğim en önemli sorular bunlar. Bir de aynaya bakınca gençliğinden pişmanlık duyuyor musun, onu merak ediyorum.
Annen ve baban  -ya da annemiz ve babamız diye mi sormalıyım???- nasıllar? Selam söyle 2016'dan onlara.
Bilmem farkında mısın ama kırk beş yaşında birine mektup yazmak oldukça zor. Bir sürü yaşanmışlık var aramızda değil mi? Umarım çok eğlenmişsindir. Kırk beşlik bir çıtır olduğunu zaten biliyorum ama neyse, onu da sorayım.
Hayatının aşkı hala aynı kişi mi? Çocuğun oldu mu? Artık insanlarla daha rahat konuşup, tanımadığın insanlara kendini ifade etmeyi becerebiliyor musun? Sorunları çirkefleşerek mi, sakince konuşarak mı halleden biri oldun? Dünyayı gezebildin mi? Hayranların var mı? Komşularınla aran nasıl? Bayramlarda ziyaret edebileceğin insanlar var mı? Hiç dışarıda sabahladın mı? Kör kütük sarhoş oldun mu? Ayakların yerden kesildi mi? En sevdiğin film değişti mi? Hala sabahları çorba içmeyi seviyor musun? 
Hayat nasıl da akmış gitmiş değil mi? Dile kolay yirmi sekiz yıl geçmiş bu yazıyı yazmandan. Yirmi sekiz. Neler oldu keşke bilebilsem.
Umarım yirmi sekiz yıl sonra aklına gelirim de geçmişe bir cevap yazarsın. En sevdiğin kitabın arasında sakla o mektubu on yedi yıllık lise modelin için. Biliyorum ki gülümsemeni gözlerinden akan tuzlu su ıslatıyor şu an. Eğer varsa öyle biri, seni seven insana sildir o göz yaşını.

Hayattan dilediğin her şey tam da istediğin gibi olmuştur umarım.



On yedi model Karamsarpollyana'nın okuyucuları;

Eminim ki ödevini yapmamı isteyen kıza ne cevap verdiğimi merak etmemişsinizdir. Ama söyleyeyim, ona ödevini yapmaya çalışacağımı söyledim. Yalnızca beni bu kadar derin düşünmeye ittiği için, bir teşekkür olarak yapacağım o ödevi. Yani Wattpad'den beni bulup ödev yaptırmaya çalışmayın sakın. Uyarıyorum.

Mesaj kutularınızın, güzel mesajlarla dolu olduğu yüzlerce kırk beşi içinde barındıracak bir ömür geçirmeniz dileğiyle...


Hayalet

  Her şey düşünmekle alakalı bence. Yani, evrene enerji gönderin saçmalıklarından bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey hayal ederek, düşünerek kendimizi hedefe ulaşabileceğimize inandırmak. Walt Disney ne demiş? "Eğer hayal edebilirsen, yapabilirsin." demiş. Öyleyse hedefe giden yolda hayal etmekten çekinmeyin.
  Akıl insanı rezil de ediyor vezir de tabii. Her zaman çıtayı dağların tepesine koyma taraftarı olsam da seçtiğiniz dağın Everest olmaması gerek. Bunu sizin moralinizi bozmak için demiyorum. Bunu benim realist tarafım söylüyor.

  Ya da siz dilediğinizi yapın, büyük düşünün. Ona uygun çabalayın, büyük kulaçlar atın. Arkanıza bakmadan, asla yorulmadan ilerleyin. En sonunda zafer çizgisinden, size "Olmaz, yapamazsın." deyip de sizi küçük gören insanlara el sallarsınız. Onlar küçük dalgalarda yüzemezken siz büyük dalgalarda sörf yaparsınız belki kim bilebilir?

  Ama ne yazık ki o insanları güldürme ihtimaliniz de çok yüksek ki ben hayatın bu yanını pek sevmiyorum. Filmlerde herkesin küçük gördüğü, sürekli aşağılanan kızın, hırs yapıp da bir anda piramidin en  üstüne oturmasına bir türlü inanamadım zaten. Ben hiç hırs yapamadım. Yaptıysam da her şeyde başıma geldiği gibi sürekli kursağımda kaldı. Elden bir şey gelmez sanırım yanlışlıkla kaybedenler kulübüne filan üye oldum. Başka bir açıklama göremiyorum. Hedefe ulaşmakta en başarısız olan insan seçilse galiba o insan ben olurum, ayakta alkışlanırım.

  İşte bu yüzden her şey düşünmekle alakalı. Başarısız olduğumda kendimi başarılıymışım gibi hissettirecek olan benim. Kafanız karıştı değil mi? Durun biraz daha açayım konuyu.
  Aslında anahtar bir söz dizisi var: "Elinden gelenin en iyisini yapmak.". Eğer bunu yapabiliyorsak, sorun yok demektir. Kendin için, önemsediğin insanlar için ve en önemlisi mutlu son arayışın için yapabileceğin her şeyi, en iyi biçimde yaptıktan sonra sana büyük koltuğuna oturup, elinde en sevdiğin içecek, televizyon izlemek ya da ne yapmaktan hoşlanıyorsan onu yapmak düşer. Çünkü artık elinden bir şey gelmez.
  En sonunda az da olsa başarısız olma ihtimalin hep vardır. Bu ihtimal, ihtimal olmaktan çıkıp hayatının bir gerçeği olursa o zaman otur ve düşün. İlk önce, neyi yanlış yaptığını düşün.
  Bir yanlış bulamadıysan etrafında sana korku salan o hayaletlerden kurtul çünkü sen bir yanlış yapmadın. Her şeyi eksiksiz yaptın. Sadece elinde olmayan bir şekilde yenik düştün, o kadar. Bir daha denersin. Bu başarısızlığa sevinen alçaklar, bırak sevinsinler. Her işte bir hayır vardır ve son gülen iyi güler.
  Eğer bir yanlış bulduysan yine hayaletlerinden kurtul. Hatasız kul olmaz değil mi? Bu hata belki de seni daha büyük bir hatadan geri döndürdü? Geleceği bilemiyoruz sonuçta. Sen kendine bak. Sağlıklısın, güzelsin, okuduğun harika bir blog var... Elbette düşmanların sevinecek. Bırak sevinsinler. Kapat gözlerini, tıka kulaklarını.

Düşün, düşün, düşün. Kendini motive et. Kimse seni, senin tanıdığın kadar tanıyamaz. Kimse odana kapanıp ağladığın o yağmurlu akşamların götürüsünü senden iyi bilemez. Gülücüklerinin kırıklığını, sevinçlerinin değerini anlayamaz. Sen anlarsın. Kendi değerini de anla. Özelsin.

Hayal etmekten korkan insanların senin için hayalet olmalarına izin verme. "Yapamazsın." diyenlere "Bilmiyorsun." de. Gü
nün en huzurlu anında, başını yumuşacık yastığına koyduğun karanlık odanda bir gün için daha umut ışığını yak ve iyi düşün. Her dibe battığında her nefesin kesildiğinde, suların durulacağını bil. Her zaman yüzeye çıkarsın. Her zaman.

İlk önce düşün ve kendine inan. Bunu kendin için yap okuyucu.

Umarım ileride hayal dünyanı aydınlatan insanlar seni bulur.
Ümitlerinin ilk baharda açan bir çiçek gibi açmasına yardım edecek iyi dostlar bulman ve onları asla kaybetmemen dileğiyle...

-Karamsarpollyana-


24 Ocak 2016 Pazar

Değişmeyen Tek Şey

Değişimin kendisidir. Aynen öyle işte. Bu sözü ilk duyduğum zaman gözlerimin önünde canlandı şimdi. Yedinci ya da sekizinci sınıfım. Öğretmen demeye bin şahit ister, bir sosyal öğretmenimiz vardı. Tahtaya kalkar boş boş konuşur ama bu konuşmalarının katiyen dersle alakası olmazdı. Yine de severdik sınıfça öğretmenimizi. İyi bir adamdı. Ayrıca ders anlatmadığı için sınav sorularını verirdi.

Yine konuşuyordu sınıfta boş boş, bu cümleyi kullandı. Tabii tüm sınıf uykulu. Ama ben örnek öğrenciydim dinliyordum adamın söylediklerini. Zaten bir tek ben duydum cümleyi. Gri bir takım elbise giyiyordu, onu çok net hatırlıyorum. Bir de bu sözün bir reklamda geçtiğini söylemişti, o var aklımda.
Küçükken büyümek istiyordum. Her çocuğun isteklerinin arasındadır gerçi. O zamanlar annem de "Keşke," derdi. "..keşke senin yaşında olsam." Anlam veremezdim. Büyük olmak gerçekten büyük bir şeydi çünkü. İstediğim şeyi yapabilirdim. İstediğim zaman dışarı çıkabilirdim. Kendi param olurdu falan filan...
Şimdi sınav stresi yaşayan tüm yaşıtlarım gibi ben de barbie bebeklerimle oynadığım yaşlarıma dönmek istiyorum. Kaygısız ve sorumluluklarımın sadece öğretmenin verdiği dandik yazma ödeviyle kısıtlı olduğu küçüklüğüme dönmek istiyorum. Kafamı karıştıran tek şeyin toplama işlemi olduğu zamana...
Değişmişim işte. Değişmişiz. Her an değişmeye devam ediyoruz. Düşüncelerimiz evrim geçiriyor. Daha geçen yıl kınadığım, nefret ettiğim insan tipine dönüştüm mesela bu sene ben. Ki hala sevmiyorum o tip insanları.
 Ya da daha geçen ay "Iyy, bu da herkeste var hayatta takmam boynuma." dediğim boyunluktan bir kerede beş tane aldım. Converse sevmezdim, liseyi converselerimle bitireceğim inşallah.
Arkadaşlarım da değişti zamanla sürekli. Aylarca çok iyi geçindiğim insandan saniyeler içinde soğudum. O mu değişti, yoksa maskesi mi düştü. bilmiyorum. Sanırım tanıdıkça gördüm çirkin yanını. Doldum ona karşı.
Tanıdıkça daha da çok sevdiğim hiçbir insanla karşılaşmadım aslında şöyle bir bakınca. Dost nedir bilmiyorum. Hepsi değişti, kötü insanlara dönüştüler. Kazık attılar ya da öylece ittiler beni uçurumdan aşağı. Ben de böyle değiştim işte. Anladıkça... Beni insanlara karşı dolduran arkadaşlarım sayesinde.
Ben hep mi doğruydum? Belki de geçimsiz olan bendim. Yüzünü gösteren bendim. Fark etmeden onları kıran bendim. Onu da bilmiyorum. Ama bazen düşünüyorum. İğneyi kendime batırıyorum. Yanlışlarımı tarıyorum.
Hani dedim ya üstte, sevmediğim bir insana dönüştüm diye. Öyle oldu işte. Ben de öyle değiştim. Onlara adapte oldum sanki. Üzüm üzüme baka baka kararırmış. Beni de kararttılar.
Lucy diye bir film var. Son sahnelerden birinde, Lucy tüm uyuşturucuyu alıp nirvanaya ulaştığında zamanda yolculuk gibi bir şey yapıyor. Times Meydanı'nı taa dinazorlar çağına kadar görüyor mübarek. İşte o sahne, beni etkileyen sahnelerden biri. Hatta o filmde sevdiğim tek bölüm. Hayatın devam ettiğini,yükselip alçaldığını, düşüp kalktığını, gülüp ağladığını ama sürekli değiştiğini gördü Lucy.
Düzenin değişim üzerine kurulduğunu ama bizi de sona götürecek olan şeyin fazlasıyla değişmek olduğunu düşünüyorum. İlk günkü gibi günahsız kalsak, ya da hep istediğimiz gibi çocuk olsak olur muydu bu kötülükler? Kirlenir miydi kalpler ve denizler?
Anlayacağınız daraldım ben biraz. Yapmacık insanlardan, görüşmek zorunda olduğum iki yüzlülerden uzak kalacağım bu iki hafta oldukça değerli. Nefes alacağım azıcık.
Şimdilik bu kadar yeter. Biliyorsunuz ki yazmadan duramam, ben yine yazarım.

Değişirken bozulmadan kalan insanlarla karşılaşmanız dileğiyle...