Eylül 2017

Belki de en güzel
yönü şudur yazmanın. Sözünü kesen yok, mikrofon sadece sende. Anlatıyorsun
istediğini ve başkasını dinlemek zorunda değilsin. Karşındaki de dinlemek zorunda değil. Beğenmezlerse yazdıklarını, okumazlar sonuçta. Kapatıverirler sayfayı. Ama senin yazdıkların orada öylece durur.
Yalnızlığın yakıştığı tek şey kalem sanırım. O
kalem oynuyor, oynuyor… Bir ihtimal, hiçbir zaman okunmayacak, bir ihtimal
milyonlar tarafından sevilecek kelimeler yazıyor. Yapayalnız, tek başına.
Mükemmeliyet bu işte.
Sadece yazabilmek. En azından benim için böyle. Kelimeler benim bir
parçam. Bir kalbe, bir beyne ya da akciğere ne kadar ihtiyacım varsa; cümlelere
de o kadar ihtiyacım var benim. Yoksa nefes alamam, düşünemem, yaşayamam.
Sadece ortalıkta dolanan, var mı yok mu kimsenin emin olmadığı bir hayaletten
farkım kalmaz elimde kalemim, sırtımda da yazacak düşüncelerimin yükü olmasa.
Bu tutku benim vazgeçilmezim. İnanıyorum ki her insanın bir
vazgeçilmezi vardır. Kimisi evinden, kimisi arkadaşından, sevgilisinden; kimisi
çoraplarından, tokasından… Yüksek bir binaya çıkıp, karanlıkta aşağı
baktığımda, aşağıda parlayan ışıkları görürüm ve merak ederim. Her ışık başka
bir insansa, bu ışıkların böyle canlı yanmasının sebebi ne? Vazgeçemediklerimiz
mi?
Sanıyorum ki bu sorunun cevabı evet. Bence hayat vazgeçemediğimiz şeylerden
ibarettir. Çünkü onlar olmazsa yaşayamayız, aynı az önce yaşamak için yazmaya
muhtaç olduğumu söylediğim gibi. Zaten ne amacı var ki şu küçük hayatlarımızın
kendimizi mutlu etmekten başka? Hem güzel bir yaşam kendini mutlu etmek değil
midir? Sen mutlu olursan başkalarını da mutlu etmez misin?
Gerçekten biraz oturup düşündükten sonra ne fark ettim
biliyor musunuz? Bu vazgeçemediğimiz şeylerin bazen, bir aşamadan sonra bizi
mutsuz ettiğini. Çünkü insanın hamurunda öyle kötü bir malzeme var ki…
Tatminsizlik.
Bir süre sonra yetmiyor artık. Çünkü değerlerimizin,
ellerimizin arasından kayıp gitmesine öylesine
korkuyoruz ki, farkına bile
varamadan kendimizi darlıyoruz. Hep biraz daha iyi olsun, hep o tutkuyu bir
adım daha ileriye taşıyalım. Sabah akşam o çok sevdiğimiz yemeği yiyelim de bir
süre sonra bıkalım, uzaktan sevmek yetmesin biraz daha yaklaşıp mahvedelim,
elde avuçta olan okunma sayısını beğenmeyip sırf daha çok okunabilmek için tüm
emekleri boşa sayıp kendi kendimize yazalım, evimiz iki katlı değil de beş
katlı olsun iyice yalnızlığın içinde kaybolalım…
Eninde de sonunda da o vazgeçemediğimiz şeylerden
vazgeçiyoruz. Kendi pis hırslarımız yüzünden, yine kendimizi cezalandırıyoruz.
Söyledim işte, insanlığın hamuruna katılmış zehir bu. Mutsuzluğa olan açlığımız öyle şiddetli ki
tek bir kibritle mükemmeliyeti
yakabiliyoruz.

Ben de bıraktım her şeyi, hak etmediğimi düşündüm. Ama sonra
oturdum bu yazıyı yazdım. Neden bilmiyorum ama yazdım işte. Keşke köşede
kalmasa da milyonlar okusa. Çünkü herkes bir parça vazgeçmiştir şu hayatta. En
mutlu insanın bile içinde ukde kalmış bir şeyler vardır. Pişmanlıktır
vazgeçişler. “Keşke hiç bağlanmasaydım.” Ve “Keşke hiç bırakmasaydım.”
demektir.
Şimdi gidin ve aynaya bakın. Kendi ışığınızın sebebi olan
şey için yine kendinize teşekkür edin. Çünkü daha fazlasına ihtiyacınız yok. Onu
mahvetmeye hakkınız da yok. Ayrıca bilmelisiniz ki, ışığınız yukarıdan bakınca
geniş bir alanı aydınlatıyor.
Karanlık yollarınızdan hiç vazgeçmeyin. Tünellerin sonunda
hep bir ışık olması dileğiyle…
Bugün
14 Şubat 2018 sebebiyle ilk önce sevgililer günü yazısı yazmayı düşündüm. Geçen sene yazdığım yazı neymiş diye merak ettim bi baktım! Düşüncelerim gram değişmemiş. Zaten insanın düşüncelerinin ne kadar zaman geçerse geçsin temelde aynı kaldığına dair bir teorim var. Ama konumuz bu değil.

Şimdi, geçen seneki yazıyı buraya, tam da "buraya" yazan yerin üzerine, tıklayarak okuyabilirsiniz. Oscars yazısının ikincisi de bugün yarın gelir. Biliyorsunuz ki sap canım kendimin dört tane sevgilisi var: Blog, kitaplar, filmler ve bizzat yine kendim. Ay hadi öptüm.
Sevgililer gününüzün, hayatın acı olan kendisine rağmen, sevgi dolu geçmesi dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder