Yazın son ayından herkese merhaba. Gerçi benim için yaz ekim
ayına kadar sürüyor da, neyse. Hem okuyan hem de okuduğunu yazan bir okur-yazar
olarak karşınızdayım. Pazar kahveleriniz bu saate kadar çoktan içilmiştir diye
umuyorum. Günlük stalk dozunuzu da aldıysanız bu yazın ikinci kitabının
yorumunu okumaya başlayabilirsiniz. Buyurunuz:
Ece Temelkuran ile bir
dergi yazılarını okuyarak tanıştım. Kendisi, alakasız şeylerden benzetme
yapması, o benzetmeleri de şaşırtıcı derecede konuya uydurması ile meşhur bir
yazar. İç Kitabı’nda da bunu çokça
yapmış. ”Ulan ne alaka abi ya” dediğim çok yer olsa da bu kitapta kendimi
bulduğumu inkar edemeyeceğim.
İç Kitabı, adından da anlaşılacağı
üzere, bilakis yazarın ama ufak ufak da okuyucunun “iç” yolculuğunu anlatan,
kısa metinler ve şiirlerden oluşan 140 sayfalık bir eser. İnstagram’da birkaç
alıntısını paylaştığımda “Bu kitabın adı ne?” sorularına maruz kaldığımdan,
birazcık da İnstagram kitabı olduğunu düşünüyorum. (İnstagram kitabı:
İnstagramda paylaşmalık özlü sözler içeren, çoğu edebi eser niteliği taşımayan
lakin edebi eser niteliği taşıyorsa da aşırı iyi olan kitap. ) Son sayfaları
hariç ben bu kitabı çok sevdim.
Son sayfaları da beğenmeme sebebim kendimden kaynaklı sanırım. Kitabı o kadar çok her yere taşıdım ki (benimle tatile gitti, benimle otobüs minibüs gezdi, benimle evi gezdi…) okumaktan bıktım.
Son sayfaları da beğenmeme sebebim kendimden kaynaklı sanırım. Kitabı o kadar çok her yere taşıdım ki (benimle tatile gitti, benimle otobüs minibüs gezdi, benimle evi gezdi…) okumaktan bıktım.
Ece Hanım da yaşama
tarzı olarak kıskandığım/sevdiğim yazarlardan. Hatta düşünüyorum ki bundan bir
otuz sene sonra kendisinin eserleri, Türk klasikleri arasına girecektir. Şu an,
en azından benim çevremce, popülerliği yakalayamamış olması bir yandan acı (
çünkü hak ettiği değeri görmüyor) bir yandan da rahatlatıcı (çünkü popüler olan
şeyleri çok çabuk tüketiyoruz, çünkü popüler olan şeylerin geneli gerizekalı
kitleye hitap ediyor.)
Severek okuduğum
çoğu yazarın toprak altında olduğunu düşünürsem, Ece Hanım ile şöyle bir oturup
kahve içmeyi, onun dünya görüşüyle ilgili sohbet etmeyi çok isterdim. Bu aynı
anda beni korkutan bir istek aslında. Öylesine eksik hissediyorum ki kitaplar
konusunda… Hala okunacak binlerce kitap var sonuçta. Kadıncağızın yanında “Sait
Faik’in Abasıyanık kitabı…” gibi saçma sapan bir pot kırma olasılığım yüzde bin
beş yüz.
Hep alıntılar
paylaşarak bitiriyorum ya kitap yazılarımı; bu sefer, kitabı özetler nitelikteki
tek bir alıntıyla kapanış yapacağım. Ece Temelkuran’a saygılar…
“Biz böyle ölürüz. Kalbimizden giderek sona ereriz.
Katılarak boğulacağını bildiği için asla o şarkıya başlamayanlar,
Kalbini çıkarıp son satıra koyması gerektiğini bildiği için şiirden yana ağzını açmayanlar,
Kafatasını çatlatacağı için “delirmekten”ten uzak duranlar,
Hareket tamamlandığında parçalanıp dağılması gerektiği için asla o dansa başlamayanlar,
Geri dönmeyi beceremeyecekleri, bir kez gitseler artık hep gideduracakları için asla çekip gitmeyenler,
Cümle bittiğinde ölmek zorunda kalacağı için lafa hiç başlamayanlar…
Onlar bizdendir. Biz yapılan dansı, şiiri, cümleyi, delirmeyi, sözü bilmeyiz. Biz, bu dilleri bilmediğimiz için, kalbimizi yakarak öleceğiz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder