24 Nisan 2021 Cumartesi

Oscars 2021 #5: Sound of Metal

 Merhabalar... Sonunda, son yazı. Pazar günü Trt 2'de saat tam üçte kırmızı halı ile başlıyor törenimiz. Bence yılın en önemli töreni. İleride bir gün benim düğün törenimin olduğu yılda bile, benim için yılın en heyecanlı töreni olarak da kalacak. Abartmıyorum.

  Bu sene iki favorim vardı. Soul ve Sound of Metal. İkisini de sona bıraktım. Lakin bugün sınavlarım bitmiş, sorumluluklarımdan arınmış, rahat bir ben ile Sound of Metal gibi etkileyici bir filmi konuşmak, düşünclerimi sizinle paylaşmak  ve bu senenin Oscars yazılarını bu şekilde noktalamak çok heyecan verici. İnanın büyük bir tutku ile yazıyorum bu satırları. 
  Öncelikle;
  Riz Ahmed... Sen parlamaya yeni başlamış bir güneşsin. Kendisini ya dandik filmlerde ya da ikinci-üçüncü adam olarak izlemeye o kadar alışmışız ki Sound of Metal gibi bir filmi taşıma tarzı ile beni şok etti. Ruben inanılmaz bir karakter olmuş. Ki bence bu filmin o kadar da yıldız olmayan oyuncuları ile bu kadar ses getirebilmesi de Riz Ahmed sayesinde. 
  Çünkü ben şahsen bir filmi izlemeden önce ilk baktığım şey oyuncular olur. Sevmediğim biri varsa ya da kadro ilgi çekici değilse kati suretle izlemem. Ama Riz... rolüne olan hakimiyetiyle izleyiciyi filme bağlamayı başarmış.
  Ve yetenek ve başarı kavramlarına aşık olan biri olarak kendisi de gözüme bir güzel göründü. :((((
   Bu iki paragraftaki Riz Ahmed'e saygı duruşumuzun ardından biraz da Ruben'ın manitası Lou'yu oynayan, yine şu sıralar yeni yeni popülerleşen Olivia Cooke'u da anmasam olmaz. Ne güzel bir hanımefendi! En az Riz kadar parlamış filmde. Hem de çok fazla sahnesi olmamasına rağmen.

 Ben öyle bodoslama oyuncuları övmeye daldım da, filmden bir haber olanlar için her yazıda yaptığım gibi kısacık konudan da bahsedeyim; Metal'in Sesi, yani filmin ismi, aslında özet olmuş. Ruben bir metal müzik basçısı (davulcusu demek daha mı doğru olur?). Bir gün duyma kaybı yaşamaya başlar ve kendi gibi müzisyen olan sevgilisi Lou ile küçük karavanlarında, turne yaparak kurdukları hayatı tepetaklak oluverir. 

 Ruben'ın  aşama aşama ilerleyen sağırlığı, sonrasında bu duruma alışma süreci ve tedavi için gösterdiği üstün çaba ile özellikle izleyiciyi empati yapmaya zorlayarak oluşturulan anlatım; ekran karşısındayken dört bir yanınızı saracak ve sizi adeta yarattığı etkiye hapsedecek.
  Filmi bu kadar güzel yapan da zaten, sizi empati yapmaya adeta zorlaması. Özellikle sessiz bir ortamda izlediğinizde, çoğu sahnede kendinizi Ruben gibi hissedecek, dünya üzerinde bu dertten muzdarip olan herkesin yüzleştiği zorlukları anlamaya çalışacaksınız.
  Benim sevdiğim bir diğer noktalardan biri de elbette Ruben ve Lou'nun aşkı ama ayrı kaldıkları dönemde Lou'nun başka birine dönüşmesinin ardından kendini bulmuş olması. (ups spoiler) Her zorluğun altından birlikte kalmayı başarmış bu ikili, Fransa'ya uzanan hikayelerinin son kısmında, Ruben'ın sağırlığından da öte, duygusal yoğunluk ile vedalaşıyor izleyicisiyle. 

  Ah be Ruben! Bir de "insan kendi yolunu çizerken, sadece kendi yolunu çizmeye izninin olduğunu hatırlamalı" gibi bir mesaj çıkardım açıkçası ben izlerken. Ağır spoiler olacak buraları okumayın izlemediyseniz; Ruben eğer tedavi için o kadar çabalamamış olsaydı, ki belki Lou'nun başka birine dönüştüğünü ve artık birlikte olamayacaklarını anlasa uğraşmazdı, sağırların olduğu kampta evet belki hiçbir şey duyamayarak ama sessiz bir huzur içinde "aidiyet" hissedecekti. Açıkçası film tam da bittiği yerden, hayal kırıklığı olan bir tedavi sonucu, ayrılık gibi kavramlar ile yeniden başlamalı. Başlamayıp da bazı şeyleri seyirciye bırakmak, filmin yarım kaldığı hissinden çok insanda hüzün bırakıyor. Sinemanın gücüyle yüzleşiyorsunuz.

 Uzun lafın kısası; iki adaylığıyla bir nebze "fakir" kalmış olan bu zengin kurgu bence sezonun en izlemeye değer kurgusu! Özellikle benim gibi gürültülü müziklerden nefret eden birini böylesine etkilediyse, bu filmdeki şeytan tüyüne güvenebilirsiniz. 

  Fragman:


Bir sonraki sene Oscars yazılarında görüşebilmek dileğiyle... 

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder