10 Eylül 2018 Pazartesi

Özlenmiş


  Kadın güneş gözlüklerini çıkarıp, beyaz örtü serili masaya bıraktı. Garson o sırada elinde tepsi ile masaya geliyordu. Garson, gözlüğün hemen yanına orta şekerli  kahveyi bırakırken kadın gülümseyerek ona teşekkür etti. Ardından önünde uzanan manzaraya döndü.
   Erken gelmişti. Geç kalmamak için. Yaklaşık yarım saattir bekliyordu. İlk önce çay içti, şimdi de önünde soğumaya başlamış kahvesi vardı. Boğaz dalga dalga üzerine geliyordu. Tekrar sol bileğini süsleyen saatine baktı. Kendi erken gelmişti evet, ama beklediği de gecikmişti.
  “Bir kahvelik vaktin var.” diye geçirdi içinden. “Bu bitmeden geldin, geldin. Gelemedin…”
Şükürler olsun ki geldi. Mavi bir gömlek giymiş, kollarını kıvırmıştı. Görüşmedikleri süre boyunca sakalları uzamıştı sanki. Kilo da mı almıştı? Yok yok, aynıydı kilosu. Ama bir farklılık vardı. Neydi? Bir türlü bulamadı.
Adam tam karşısına oturunca, kadın da kahvesinden son yudumunu alıp ona döndü. Gözleri buluştuğunda ikisi de sadece bir süreliğine nefesini tuttu. “Geç kaldım.” diye mırıldandı adam. “On beş dakika kadar. Bir şey olmaz. Bu hiç önemli değil.” Çünkü önemli olan başka şeyler vardı.


 “Önemi olan çok şey vardı, başka. Mesela bana nasıl baktığın önemliydi. Muhabbet ettiğimiz sırada gözlerimin içine bakmak yerine hep başka tarafa döndürürdün yüzünü. Ben büyülenmiş gibi seni izlerdim. Yürürken, konuşurken, gülerken, araba kullanırken, başkalarının yanında, yalnızken, üzgünken, mutluyken, uykuluyken, yemek yerken, el eleyken, diz dizeyken, açken, alışverişteyken, ciddiyken… Sana, sanki bana verilen bir lütufmuşsun gibi davrandım. Kızmaya korktum, alttan aldım. Kızarken bile, olması gerekenden bin kat daha az gösterdim öfkemi. Gitmem gerektiği yerde, hep oturup bekledim. İyi olmanı. Artık hak ettiğim değeri bana vermeni.
  Gülümsemen hiç içten olmadı. Ben gülüyorum diye gülüyordun çoğu zaman. Oysa, başkalarına en güzel kahkahalarını sunduğunu görmüştüm uzun zaman önce. Bana öyle gülmedin. Bu benim suçumdu. Bu yüzden hep kendimi suçladım bak. Bırak seni güldürebilmeyi, bazen konuşmaya bile korkuyordum seninle. Öyle ürkek bir sevgiydi benimkisi. O zamanların toyluğuna ver bunu da. Nasıl sevilir, bilmiyordum ki… Nasıl sevgili olunur? Sen de hiç örnek olmadın bana. Ben ne kadar kötüysem bu oyunda, sen de o kadar umursamazdın. Olursa olur, olmazsa olmaz modundaydın. Olmadı.
  Bir süre benim de gecem sabah olmadı, biliyor musun? Çok dua ettim, dön diye. Tabii haberin yok. Nerden olsun? Bile isteye yıprattım kendimi. Boş yere. Sonra seni başkalarıyla gördüm. Daha doğrusu bir başkasıyla. Yüzümü çevirmek zorunda kaldım. Gayet de doğal karşıladım bu durumu. Kalbim ve beynim… hepimiz hemfikirdik. Yüzümüzün diğer tarafını dönecek, yokmuş gibi yapacaktık. Sanki olmamışsın gibi. Çünkü ben senin için hiç olmamıştım.
  Yine de “İstemiyorum.” dediğin gün üzülmüştüm. Kendime kızmıştım da. Hep seni kaybetmekten korkarken, senin saniyesinde silmen… Kızdırmıştı beni. Üstüne üstlük bir de acayip mutluydun. Benim günlerimi cehenneme, yazımı kışa çevirmiştin ama keyfin yerindeydi. Alay eder gibi arkadaş

kalmıştık. Alay eder gibi olmamıştık, alay eder gibi bana yaptıklarını görmezden gelmiştik, alay eder gibi yaşadıklarımızı yok saymıştık, alay eder gibi… 
 Anlamalıydım. En mutlu günümüzde anlamalıydım. Bir parka götürmüştün beni. Bana gün boyunca istediğim kıymeti vermemiştin. Benimse gözüm kördü. Görmemiştim işte. Sıkıldığını fark edememiştim. Onu da geçtim… Akşam beni eve bıraktığında, kapıdan içeri girmemi bile beklemeden gitmiştin, karanlık sokakta gözden kaybolmuştun. O gün, eve girmiş olmamın senin için bir önemi yoktu ki… Yokmuş yani, sonradan anladım tabii ben.
   Oysa her şey bambaşka olabilirdi. Çok klişe bir cümle bu biliyorum ama öyle işte. Olabilirdi. Yahu, iş yerlerinde bile insanlara iki ay süre veriyorlar kendilerini göstersinler diye! Sende o bile yoktu. Patronlardan bile daha acımasızdın.
  “Ne fark edecekti?” diye soracaksın sanıyorum. Canım benim, çok şey fark ederdi. Ben biraz daha açılırdım muhtemelen. Biraz daha açılırdım. Seni severken elimi korkak alıştırmazdım. Ham olan sevgimi yontar, işlevsel hale getirirdim.
  Hep mutlu olurduk. Üzülürken bile mutlu olurduk. Geze geze İstanbul’u bitirirdik bir kere. Ayak

basmadık sokak bırakmazdık. Ortaköy’de kumpir, Kanlıca’da yoğurt yerdik. Ya da daha önce yemediğimiz şeylerden alırdık. Marketlerde dolaşırdık. Ben alışveriş arabasına biner, şımarıklık yapardım. Sonra kasiyerden azar işitirdik.
 Sinemaya giderdik. Bol bol film izlerdik. Sinemasına girmediğimiz alışveriş merkezi kalmazdı şu koca şehirde. İzlemedik film de bırakmazdık. Çizgi film bile izlerdik. Mısırdan tiksinir duruma gelirdik artık, çikolata yerdik sinemada. E, doğal olarak kilo da alırdık.
  Arkadaşlarımla tanışırdın. Arkadaşlarınla tanışırdım. Bunun için kaç yıl el ele olmamız gerekirdi, bilmiyorum ama yapardık bunu. Ilık bir ilkbahar akşamı hep birlikte yemeğe giderdik. Ben çok çekingen olurdum muhtemelen. Yemeğin ilk saati köşeye oturup sizi izlerdim. Sonra muhakkak açılırdım. Beni severler miydi? Çok sevmezlerdi belki. Nötr kalma ihtimalleri daha yüksek. Belki, olgun biri olmadığımdan yakınırlardı. “Daha iyisini bulabilirdin.” denirdi. Aman canım, bayılabilirlerdi de bana. Esprili biriyim, elim yüzüm düzgün, kısmen zekiyim… Seni seviyorum. Eeee… seviyordum yani. Seviyor olurdum. Başka ne isteyebilirler ki?
  Arkadaşlarını ve İstanbul’u fethettikten sonra belki ailenle tanışırdım. Sen de benimkilerle tanışırdın tabii. Çok ileri gittiğimi düşüneceksin. İlişkimizin hiç bitmemiş ve hiç bitmeyecek olduğu bir dünyadan bahsediyorum şu an. Bu sebepten bizi evlendirebilirim bile. Neyse o kadar ileri gitmeyeceğim.
  Hiç durmazdık yerimizde. Nasıl olsa, gezilecek yeni yerler, okunacak yeni kitaplar, izlenecek yeni filmler hep vardır. Sürekli üstüne bir şeyler koyduğumuz bir ilişki olurdu bu. Ben sana inandığım sayısız batıl inancı aşılardım. Sen de bana futbol sevgisini. Gerçi futbolu o kadar çok seviyor muydun, pek hatırlamıyorum. Neyse, aşılayacak bir şey bulurdun.
  Yazdığım yazıları ilk sana okuturdum. Hep böyle biri olsun istemişimdir hayatımda. Yazdıklarımı danışabileceğim biri… Çay demler otururduk. Acıktıysak yumurta da kırardık. Sen sandalyeni benim sandalyeme iyice yaklaştırır bilgisayardaki yazımı okurdun. Beğenirdin. Muhtemelen. Etkilenirdin. Ya da “mış gibi” yapardın. Biraz gülüşürdük. Yazdıklarımla dalga geçmene bile izin verebilirdim ara sıra. Ben de seninkilerle dalga geçerdim. Bir de üzerine biraz cilveleştik mi, ödeşirdik işte! Ne olacak canım, biraz acı, biraz tatlı, biraz da tuzlu. Güzel ilişki tarifi bu işte.
 Mesela başımı dizlerine koyduğum günler olurdu. Sessizce gökyüzünü izlerdik. Uzandığımda sakallarına dokunabilirdim. Sen de saçlarımla oynardın. Biraz rüzgar eserdi ama içimiz sıcacık olduğundan hiç üşümezdik.
  Uzun lafın kısasını az önce de dedim:  Hep mutlu olurduk. Üzülürken bile… Çünkü biliyorum ki, sana bu kadar değer verirken tüm olmazları olduracak gücü kendimde bulurdum. Keşke yarım yamalak yaşamak zorunda kalmasaydık. Gitmeseydin. En azından gittikten sonra biraz yas tutabilseydin. Umursamaz olmasaydın…
  Daha söyleyecek çok sözüm var aslında. Dilim damağım kurudu şu an. Bir anda böyle konuşuncaa… durmadan. Gerçi sen de hiç bölmedin beni. Bak, ne güzel dinliyorsun. Yüzüme bakıyorsun. Biraz da sen konuş haydi. Kilo mu aldın? Sakalların da güzel olmuş bu arada. Yakışmış sana.“

Adam istemsizce sakallarını kaşıdı. Gülümsedi. Diyecek bir şey bulamadı. Garsondan limonata istedi, iki tane. Limonatalar geldi. Bir süre sessizlik devam edince adam, kadının daha da konuşmayacağını anladı. Basit ve zararsız bir cümle kurdu bu yüzden. “Seninle böyle, yüz yüze konuşabilmeyi özlemişim.”
 Kadın özlenmiş olmayı sevdi. Özlenmiş eski sevgili, özlenmiş yeni sevgili, özlenmiş patron, özlenmiş akraba, özlenmiş uzaktan akraba, özlenmiş iş arkadaşı, özlenmiş okul arkadaşı… Özlenmiş biri. O da özlemişti. Söylemedi.
  Biraz havadan sudan sohbet ettiler. Arkadaşça. Yiyecek bir şeyler söylediler. Sonra ikisi de masadan kalktı. Hesap Alman usulü ödendi. Yan yana yürüdüler. Yürürlerken omuzları birbirine değiyordu. Şakalaştılar. Arkadaşça. Veda vakti geldi. Veda etmeleri gerekiyordu şimdi. Arkadaşça.
Sarıldılar. İki insanın sarılması ancak bu kadar mesafeli olabilirdi. Ayrıldılar. Tam gideceklerken kadın yine konuştu.  “Çok dilek diledim. Beni öyle bir noktaya getirdin ki, bana yaşattığın kadar üzücü bir ilişki yaşamanı istedim. Sen de dibi gör, dedim.” Gözleri yere bakıyordu. Hiç kıpırdamadan konuşmaya devam etti. “Dileğim tuttu mu bilemem, soramam da… Umarım tutmamıştır. Büyüklük yine bende kalsın, kötü olmanı istemem. Mutlu ol sen. Hep olduğun gibi. Bir şeye ihtiyacın olursa da kapım her zaman açık, ne yaşarsak yaşayalım.”
Ardından ayrıldılar. Sanki hiç buluşmamış gibi, kayboldular.

Her daim özlenmiş insan olmanız dileğiyle…

1 yorum: