26 Aralık 2015 Cumartesi

Dost musun Rakip mi?

Ben istemeden, beni rakip seçen insanları da hiç sevmiyorum gerçekten. Yani seviyorsam da böyle yaparak onlara karşı sevgimi inatla azaltıyorlar. Bir insan neden gereksiz kendini gerer ki? Neden daha iyi olmak gibi bir gayesi olmayan birini zorla rekabete sürükler ki? Yok kardeşim, istemiyorum Allah Allaaah. Herkesin becerisi kendine.

İlkokulda da vardı böyle bir tip. Yazılı yapardı öğretmen. O benden yüksek aldığında bütün gün bir şey demez, akşam çıkış zili çaldığında kendi annesinden önce benim annemin yanına gider notumu söylerdi köpek. Küçüğüm bir de hani daha içimde kin tutmak filan yok. Kızın art niyetli olduğunu bilmiyorum. Kendi kendime "Yüksek not aldığı için çok mutlu, herkesle paylaşmak istiyor." diyordum. Ama saf gerizekalıymışım. Sevincinden paylaşmak istese neden benim notumu da söylesin yemeyip içmeyip?

O kızdan kurtuldum, başka bir dert çıktı başıma. Aynısının bir büyük versiyonu ama bir doz daha kötü durum. O kızı da sevmiyorum fakat kız bir saniye yanımdan ayrılmıyor. Zorla benimle yakın arkadaş olmaya çalışıyor, alttan alttan da bak sende bu var ama bendeki daha güzel triplerine giriyor. Tövbesrafurullah ya. Kovamıyorum da. Gelene git demek gibi bir huyum yok. O da anlayışsız. Madem her dakika yanımdasın,  bari gıcık etme insafsız. Resmen psikolojimi bozuyordu. 

Hayatımın her aşamasında oldu bu garip tip insanlardan. Büyüdük olgunlaştık ama hala gereksiz rekabete giren insanlar var. Bir ara böyle can sıkıntısından bir şeyler çiziyorum. Dandik yani, çizimlerin kötü olduğunu anlamak içim ressam olmaya gerek yok. O zaman da çok güzel çizim yapan biri var sınıfta. Aramızda kötü değil, iyi anlaşıyoruz. Kız gördü beni çizerken. Kendi çizimleriyle hava atmaya benimkileri ezmeye başladı. Yok efendim neymiş o göz öyle değil, böyle çizilirmiş. Ben de biliyorum öyle çizildiğini ama benim güzel çizim yapmak gibi bir iddiam yok ki gerizekalı. Sen niye hemen benim hevesimi kırıyorsun?
 Sadece bu kadarla da bitmedi. Kız çizdiklerini filan göstermeye başladı beni bıktırdı artık. "Yeter tamam daha iyi çiziyorsun canım benim güzel arkadaşım." diye çemkirmemek için kendimi tuttuğum anları hatırlıyorum ben. Bir de böyle paçoz bir gülümsemesi vardı, dizilerdeki kötü kadın gülümsemesi tövbe tövbee. Benim dandik çizimlerime öyle gülerdi. Neyse attım kalemi bir tarafa, kızla da bir daha iyi anlaşamadım. 

Ama düşünsenize çizimlerimi öylesine değil de önemseyerek yaptığımı. Çizimlerimle bir yere gelmek istediğimi... O kız düşünmeden yaptığı saçma hareketleriyle hevesimi kırarak hayallerimi de kırmış olacaktı. Beni, belki de henüz geliştiremediğim  ama çok güzel bir gelecek kapısı olan yeteneğime karşı küstürecekti. 

Kısaca demek istediğim şey şu; Lütfen, bakın yalvarıyorum lütfen, kimseden daha iyi olduğunuzu iddia edip milleti de rekabete sürüklemeyin. Herkesin yeteneği kendine. Herkesin yaşam tarzı, zevkleri farklı. 

Bugünlük benden bu kadar. Dost gibi görünüp rakip olanlarla hiç karşılaşmamız dileğiyle...

-Karamsarpollyana-


12 Aralık 2015 Cumartesi

Ağrı Değil, Kaygı!

Keşke ağrı olsa. Bir ilaç alırsın geçer. Ama bu geri zekalı kaygı denen şey geçmiyor bir türlü. Yoksa yazacağım yok buraya. Elim gitmiyordu bir türlü klavyeye. Yazacak çok şeyim olmasına rağmen sözcükler birleşip bir bütün oluşturamıyor. Öylesine koptum, öylesine bezdim.
Hevesim kırıldı sanırım. Birisi bana "Bu basit, bu güzel değil, şunu beğenmedim." deyince yediremiyorum kendime. Sanki herkes her şeyimi beğenmek zorundaymış gibi hissediyorum. Biri bana öyle dediğinde, diğer tüm beğenenler beni kırmamak için yalan söylemiş gibi geliyor.
Neyse bu konu üzerinde daha sonra kafa yorabiliriz. Ben buraya "Kaygı" hakkında yazmaya geldim. Bu köşe o lanet duyguya ait.

Gelecek kaygımdan bahsetmiştim zaten. Okuyan bilir. Her güzel anımda aklıma geliyor diye mızmızlanmıştım. Şu sıralar da sinir stres içerisindeyim. Çünkü birilerine, bir şeyler için daha çok çalışacağıma söz verdim. O yük omuzlarıma binince de bir kısa devre filan yaptım, garip bir ruh hali içine girdim.
Baktım olmayacak, açtım canım TDK'yı baktım sözlük anlamına. Kaygı nedir? "Üzüntü, endişe duyulan düşünce, tasa."
Bana yetmedi, üzüntü sözcüğüne baktım bir de. "Olması istenilmeyen olaylardan doğan ruh tedirginliği,teesür."

Yaşadığımız hayatta, kime ne zaman, nerede, ne olacağı belli değil. Belki ben bu yazıyı tamamlayamadan öleceğim, ya da belki sen, son sözcüğü okuyamadan... Verdiğim sözü tutup tutamayacağım da belli değil.  Ama oturup olmasını istemediğim şey için yas tutacağıma, olmasını istediğim için çalışabilirim.
İstediğimi ter dökmeden, emek harcamadan elde edemeyeceğimin farkındayım. Ama elimden geleni yaptıktan sonra olmamasından korkuyorum. Beni mahveden şey bu kara düşünce bulutu. Sanırım daha önce de çok uğraştığım bir şeyin olmamasından kaynaklanıyor bu umutsuz bakış açım.

Bu sefer kararlıyım. Belki ilacım yok kaygıma sürecek. Paşa paşa gireceğim stresime. Ama en sonunda benim için en iyisi neyse o olacağına dair inancımı tam tutmaya çalışıyorum. Kötünün beni bulmayacağına ikna ediyorum kendimi. Kötü olsa bile her beladan kurtulduğum gibi bir şekilde kurtulacağımı tekrar ediyorum zihnimde.
Asla yüzde yüz rahat olmayacağım sorumluluklarım tükenmeden. Bunu bilmek de güzel bir şey. Sorumluluklarımın bilincinde olduğum için mutluyum en azından. Elimden geleni deneyebilme cesaretim olduğu için...

Siz siz olun, kaygınızı geçiştirmeyin. Kötü bir şey değil çünkü, ben bunu anladım. Hep söverim, sevmiyormuş gibi yaparım ama hissedebildiğim için minnettarım.
Son satırlarımı da babacan öğütlerimle doldurduğuma göre çalışmaya geçebilirim. Bana dua edin...

Gelecekte, verdiğiniz tüm sözlerin altından alnınızın akıyla kalkmanız dileğiyle...

-Karamsarpollyana-



12 Kasım 2015 Perşembe

Alaska

Uzun zamandır, kitapçılarda elime alıp alıp bıraktığım, en sonunda çok sevdiğim arkadaşlarım tarafından hediye edildiğinde ise derslerden bir türlü okuyamadığım kitap Alaska'nın Peşinde'yi en sonunda okumaya başladım. Çok geçmeden de bitirdim.
Kitabı okurken beni yakalayan bazı arkadaşlarım baya bir kötülediler. Haliyle ben de pişman oldum biraz. Ama yine de okudum. İyi ki de okumuşum.
John Green'in (kitabın yazarı) çok çok iyi bir yazar olduğunu düşünmüyorum. Özellikle okuduğum İlk Aşk saçmalamasından sonra. İlk defa bir kitabı okurken bu kadar sıkılmıştım. Hatta yarım bırakıp okumayacaktım bile ama huyum kurusun ben başladığım kitabı veya bir filmi, hatta şarkıyı bile yarıda kesemiyorum.
Ama adam bu kitabı yazarken resmen harikalar yaratmış. "Aynı Yıldızın Altında" veya "Kağıttan Kentler" romanına  gösterilen ilgi keşke Alaska'nın Peşinde efsanesine de gösterilse. Keşke Alaska'yı da VS meleklerinden biri oynasa... Keşke Alaska'nın vanilya kokulu dünyası hayal dünyamızdan çıkıp büyük büyük sinema ekranlarına girse...

Size kitapla ilgili spoiler vermek istemiyorum ama kitabı okuduğunuzu gören hain taş kafanın birisi  gözlerini patlata patlata "Alaska ölüyor." diyecektir. Bu yüzden siz ilk benden duyun diye göğsümü gere gere Alaska'nın öldüğünü size bildiriyorum. Zaten Alaska ölmeseydi kitap basit bir gençlik romanı olup çıkardı. İçkiler, küfürler ve eşek şakalarıyla bir insanın bu kadar etkilenmesi biraz zor.
 Zaten tam da bu yüzden insanların bu kitaba neden sıkıcı dediklerini anlıyorum. Onlar yazarın vermek istediği ana fikri alamayıp kitabın içkiler, küfürler ve eşek şakalarıyla ilgili olduğunu sananlar. Ama iş biraz farklı.
 Bana göre Alaska bir insana her an her şeyin olabileceğinin yazılarla şekil bulmuş hali. Birinin yanınızdan kanatlanıp başka bir dünyaya uçmasının aslında o kadar da zor olmadığını özetliyor.
 Aynı zamanda "Aynı Yıldızın Altında" kitabındaki, biz kitap kurdu ergen kızların ölüp bittiği Augustus Waters'ın unutulma korkusuna da göndermeler yapıyor. Kimsenin yası sonsuza dek sürmez...

Kitap hakkında yazmak istediğim o kadar çok şey var ki zihnim bir an bile durmuyor. Ama ben artık birkaç alıntıyla Alaska yazıma son vermek istiyorum... Kitabı okuyan diğer arkadaşlardan yorumları bekliyorum.



""Flamingolu kravatı takabileceğimi sanmıyorum," dedi siyah çoraplarını giyerken."Durum göz önüne alınırsa,biraz neşeli kaçar," diye yanıtladım."Operaya takamıyorum," dedi Albay, neredeyse gülümseyerek. "Cenazeye takamıyorum. Kendimi asmak için kullanamıyorum. Kravatlar göz önüne alınırsa, biraz işlevsiz." Ona bir kravat verdim."

 "Hepiniz keyif almak için sigara içiyorsunuz. Bense ölmek için içiyorum."

"`Hepimiz gideceğiz`` demişti McKinley karısına ve kesinlikle gidecektik. İşte acılar labirenti. Hepimiz gideceğiz. Bu labirentten kendi çıkış yolunu bul."


"Yetişkinler yüzlerinde o alaycı, aptal gülümsemeleriyle "Gençler yenilmez olduklarını sanıyorlar" derken, ne kadar haklı olduklarını bilmiyorlar. Umutsuz olmamıza gerek yok çünkü hiçbir zaman tamir edilemeyecek kadar bozulmayız. Yenilmez olduğumuzu düşünüyoruz çünkü öyleyiz."

"Bütün hayatını labirentte mahsur kalıp bir gün oradan nasıl çıkacağını, bunun ne kadar müthiş olacağını düşünerek geçirirsin ve geleceği hayal etmek devam etmeni ama bunu hiç yapmamanı sağlar. Geleceği yalnızca o andan kaçmak için kullanırsın."

    Ve benim en sevdiğim:

"....insanlar yağmur olsaydı, diye düşündüm, ben serpinti olurdum, o ise kasırga."

Hayatınız boyunca güzel kitaplarla karşılaşmanız dileğiyle...

-Karamsarpollyana-


2 Kasım 2015 Pazartesi

Kararsız Tatil

Ya ben bu kadar uzun tatil olunca vallahi okulu sevdiğimi anlıyorum. Hadi yani bir iki gün gezdin, koca altı gün de gezemezsin ki kardeşim. Gezenler var, onlar istisna. Kaideyi bozma değerleri yok onları takmayalım.

Ya da takalım. Tüm ev kuşları olarak instagram ana sayfalarımızı boy boy saçma salak fotoğraflarla doldurdukları için onlara teşekkür edelim hep beraber. Beğensem de içimden "Ayyy paçoz bu da ya.." demeden edemiyorum. Bazen dışımdan da diyorum, o ayrı...

Tatil içinde ne yapacağımı bilmemek en büyük sıkıntım. Bir kere ders çalışmak zorundayım. Ama canım istemiyor kardeşim ne yapayım? Kitabı açmamdan on dakika sonra geri kapatıyorum. "Ne gerek var kasmaya?" diye diye bu sene de çakılacağım ama hayırlısı bakalım.
"Ders çalışmadım bari oturup şu Wattpad hikayemle uğraşayım." diyorum -daha önce bir yazımda bahsetmiştim hikayeden- klavyeyi açıyorum en fazla yazabildiğim üç paragraf. Hop bakmışım  yine sıkılmışım. Zaten ilham perilerim beni terk ettiler galiba. Yazmak en büyük hobimdi. Bu sıralar yazıp yazıp silmek hobi oldu çıktı. Ama içim rahat. Çoğu yazara oluyormuş böyle şeyler. Yazara. YAZAR BEN.
E hikayenin başından da kalktım, birkaç sosyal ağda dolaşıp, paçoz gezginlerin fotoğraflarını beğendim. Boşa bir ton vakit harcadım. Diyorum kendim için bir şey yapayım, biraz okuyayım. Alıyorum kitabı elime. On numara kitap, tam benim sevdiğim türde. Hafif romantik biraz gizem... "Belki şu ilham perileri bana fikir verir." diye de düşündüğümden normalde olduğumdan daha da hevesliyim şu kitabı okumaya. Okuyoruuum, okuyoorum. Bir mesaj sesiyle dünyadan çıkıyorum.Cevap da vermem gerek yani çocuk mesaj atmış. Zaten o ders çalışıyor pek konuşamıyoruz. Konuşsak da verimli olmuyor..
Kitabı okuyamadan başlıyorum on parmak mesajlaşmaya....
 Daha sonra"Yaptığım hiçbir şeyden zevk alamadım, dizi açayım bari. Friends izleyeyim. Hem gülerim. Sonra da az ders çalışayım artık. Yeter bu kadar tembellik." diye düşünüyorum. Diziyi izlerken bana bir stres geliyor. "Ne olacak böyle?" diye diye altyazı kaçırmaya başlıyorum. "Fizik soruları çözülecek miydi?" sorusundan tutun "Ya acaba bu gerizekalı Dalton neden atom diye bir şey ortaya atmış da başımıza kimya belasını açmış?" sorusuna kadar allak bullak ilerliyorum. En son moralim bozuluyor. Ağladım ağlayacağım... "Güleyim diye açtım şu diziyi, gülümsememden oldum. Lanet olsun bu dünyaya!" diye triplere girerek kapatıyorum diziyi.
En sonunda yine ders çalışma deneyimimi yaşayamadan uykuya gözlerimi yumuyorum.

Sonra da "Tatil sevilmez mi?" E kardeşim, ben tatil boyunca ne yapsam diye düşünüyorum zaten. Tatil yaşadığımız var sanki. Ayrıca gezsem de bu havada nereye gideceğim. O yüzden en iyi tatil aktivitesi burada sizlerle buluşmak. Siz ne düşünüyorsunuz?
Okul zamanı bu tatiller bir yandan da iyi oluyor. Yiğidi öldür hakkını yeme. İnsan güzelce dinleniyor. Bunalıma girecek olan bunalımına giriyor, kutlayacak bir şeyi olan  onu kutluyor... Tabii kimse tatilin bittiği o sabah nasıl uyanacağım diye düşünmüyor. Gerçekten nasıl sıcacık yatağımızdan çıkıp buz gibi durakta otobüs bekleyeceğiz biz?

Upuzun tatiller yaşamanız, sıkılmadan ders çalışma alışkanlığı edinebilmeniz, dizi izlerken dikkatinizin tamamını diziye verebilmeniz dileğiyle....

-Karamsarpollyana-




28 Ekim 2015 Çarşamba

Gelecek Gelmeyecek

 Geçen hafta doğum günümü atlattım. Size de bunun hakkında bir yazı yazmak istiyordum ama Allah yukarıda pek vaktim olmadı bunun için. Yav liseli olmak ne zor iş... Aşkı var, dersi var, arkadaşı var, dostu var, düşmanı var.... Var da var. Ben meşgul bir liseliyim....
 Neyse ki şu tatil geldi çattı da sizlerle buluşabildim. Anlatacağım çok şey var! Ama hepsini anlatmayacağım...

 Dedim ya geçen hafta doğum günüm vardı diye... İşte kara gün bende bir stres yapıyor ki sormayın. Kim ne alacak, nereye gideceğiz, ne yapacağız? Zaten haftalar önceden doğum günü tarihimi bangır bangır bağırıyorum millete. İnsancıkların bilinç altına altına sokuşturuyorum laf arasında. Vallahi utanmasam alınacaklar listesi yapıp ellerine tutuşturacağım ama işte, Allah'a şükür o kadar da yüzsüz değilim.
  İstediğim şey alınınca da bir utanma bir sıkılma geliyor bana. Ben istedim de oldu diye kendi kendimi yiyorum. Pek düşünceli arkadaşlarım da yok. Sürpriz yapsınlar. Ben söylüyorum öyle oluyor ancak..
 Fakat düşünüldüğü gibi sevmiyorum bu günü. Belki dışarıdan "Şu kadın beni iyiki doğurmuş beee." diye düşündüğümü sanabilirsiniz ama içimden "Bitse de kalksak." modundayım. Sonuçta her yıl yaşlandığımızı kutluyoruz. Ömrümüzün bir yıl daha kısalmasına mum yakıp, pasta yiyoruz.

Tam da bu yüzden seneye doğum günümde kılımı kıpırdatmayacağım. Kutlayan kutlar, kutlamayana da diyecek sözüm yok.
Dedim ya zaten bir stres içinde oluyorum diye doğum günümde. Yani yılın tüm günlerinde aynı kaygıyı taşıyorum ama doğum günümde kat kat artıyor bu kaygılı olma durumu. Ne kaygısı mı? Gelecek kaygısı...

Şöyle ki, sanırım bu günümüz öğrencilerin laneti. Yat kalk ders çalış, sosyal hayat zaten yok. Bu kadar fedakarlığın üzerine bir de gelecek kaygısı omzuna binip seni kambur yapsın. Ben en güzel günümde bile "Seneye bugün ne halt yiyor olacağım acaba?" diye düşünüyorum.

Bir de büyük hayalleriniz varsa yandınız arkadaşlar. Sen kim doktor olmak kim benim güzel sekiz yaşındaki kardeşim. Sen bir liseye gel de hayal diye bir şey olmadığını öğren sonra konuşalım şu doktor mevzusunu.

Zaten şu gelecek denen illet bir türlü gelemedi gitti. Sürekli peşinden koşturuyor bizi. Her saniye gelecekte ne olacak diye yeyip bitiriyor insan oğlu bizzat kendini. Falcıya giden mi dersin, rüyaya yatan mı?Allahsız sakız falları bile bize geleceği zırvalıyor... Ay vallahi bıktım, daral geldi.

Benden size blogger tavsiyesi, anı yaşayın. Tamam, biliyorum biraz basit kaçtı ama basit masit doğru söz... Şu anın farkına varın artık. Oluruna bırakalım hadi bugün hep beraber. Bazı şeylere engel olmaya çalışmayalım. Çünkü yine basit kaçacak ama, şu saniyenin bile geri dönüşü yok.

Yalnız anı yaşa dediysek de abartmayın. Bu da demek olmuyor ki "Ben deli gönlüm ne isterse yaparım. I only live ones bitch." Anı yaşamak demek, o an yaptığın işten zevk almak demek. Tamam belki matematik dersini sevmiyorsun ama korkunun ecele faydası yok. Bu teneffüs bitince o derse gireceksin. O yüzden sıkma o güzel canını. Azıcık dinle dersi anlamaya çalış. Hocayı sevmeye çalış, sayıları sevmeye çalış. Olumlu ol, pozitif ol.

Gelecek gelmeyecek dostlarım. Hep daha fazlasını isteyeceksiniz. Amaçlarınız her adımda dahada büyüyecek. Başarı merdiveninin en tepesinde ne yazık ki ölüm var. İçinizi karartmak gibi olmasın ama hayatınız boyunca hep yorulacaksınız. İşte tam da bu sebepten dolayı başınızı kaşıyacak vakitlerinizden de, yaparken yorulduğunuz işlemlerinizden de şikayet etmeyin...

Doğum günlerinizi daha az stresli ve benimkiler kadar güzel arkadaşlarınızla geçirmeniz dileğiyle...

-Karamsarpollyana-





4 Ekim 2015 Pazar

Dizi Gibi Dizi: True Detective

Okulların açıldığı ilk hafta, ben kaptım hastalığı, koca bir hafta sonunu bitkin bitkin geçiriyorum. Malumunuz havada bir öyle bir böyle.. İki saat bardaktan boşalma misali yağmur yağıyorsa, üçüncü saat güneş bize "Kandırdım!" der gibi pis pis gülümsüyor en tepeden.
 Ben de bu havada dışarıda dolaşıp, orada burada her yerde, hastalığıma hastalık katmak yerine dizimi kırıp bilgisayar başına oturup evde  beni takip eden canım okuyucularıma bensiz kaldıklarında izleyebilecekleri dizi gibi bir diziyi önereyim dedim. İyi mi yapmışım? Göreceğiz...

Tüm övgüleri üzerinde hiç de zorlanmadan taşıyabilecek birkaç harika dizi var elbette. İlerde sizlere onlar hakkında da düşüncelerimi iletirim ama bugün anlatacağım dizi True Detective.

Bundan bir yıl önce filan, televizyonlarda gezinirken bu dizinin kamera arkası görüntülerine denk geldim. O kadar emek var ki dizide size açıklayamam bile. Dedektiflerimizin bulduğu çalı çırpı parçalarını bile hazırlayan özel bir ekip hazırlanmış. Ayrıca bataklık gibi bir yerde çekilen bölümler oyuncuları baya bir zorlamış. Düşünsenize, adam Matthew McConaughey ama bataklıkta dizi çeviriyor. Sinekler, böcekler.... Iyy neyse ben konusunu yazayım en iyisi...
İki sezon oynayan dizinin, iki sezonun da birbiriyle alakası yok. İnternet camiasında ilk sezon daha çok beğenilse de ben ikinci sezonu daha çok sevdim sanki. Özellikle şu son bölüm, resmen beni benden aldı.

İlk sezonda, ortada garip bir ceset var. Dedektiflerimiz Rust ve Martin sonradan üzerinde çalıştıkları vakanın bir seri katilin işi olduğunu buluyorlar. Elbette olaylar baya bir karışıyor bundan sonra. Kapattıklarını sandıkları dosya 17 yıl sonra tekrar açılıp bunların önüne konuluyor. Ve kendilerini sorgu masasında buluyorlar...
Karakterlerin iç dünyasına da giriş yapıyor dizi. Mesela Rust ilk evliliğinin başarısız sonuçlanmasının ardından hayata realist bakan bir karakter. Ayrıca böyle hayaller filan da görüyor.Hatta bizzat kendi şu cümleyi kuruyor bir sahnede: "Her şeyi kafamdan uydurduğumu düşündüğüm zamanlar vardı. O zamanlar geride kaldı..."
 Martin ise onun tam tersi. Güzel bir karısı, iki tane kızı var. Ama yaptıkları yanlışlar bu harika hayatını alt üst ediyor. Martin'e gıcık olduğum sahneler o kadar çok ki bazen "En sevmediğim karakter bu adam." dediğim bile oluyor. Ama sonra bir şekilde kendini affettiriyor eşek.
 Özellikle Rust'ın o umursamaz tavrı, konuşma tarzı ve bu ikilinin arkadaşlıkları beni hayran bıraktı.
İlk sezonda sevdiğim bir diğer şeyse açılışta çalan o şarkı. Resmen beni havaya sokuyordu o şarkı. Ama izleyecek olanlar biraz dikkatli izlemeli. Ayrıca ilk dört bölüm her iki sezonda da
biraz sıkıcı. Sonrasında başlıyor asıl ekşın...

 İkinci sezonla ilgili bahsetmek istediğim ilk şey, bar sahnelerin arkasında çalan şarkılar... Allahım hepsi mi harika olur? Youtube'dan aç aç dinle. Bağımlılık yapıyor şarkılar. Size de vereyim şarkıların ismini de dinledikçe beni hatırlarsınız..

  • Lera Lynn-Lately
  • Lera Lynn-The Only Thing Worth Fighting For
  • Lera Lynn-It Only Take One Shot
  • Lera Lynn-My Least Favorite Life


Sezonun konusuna gelirsek... Elbette ortada bir cinayet var. Otoyolda bulunan, Ben Casper'ın cinayetini araştıran üç dedektif (aslında dört ama dördüncüsü pek de önemli biri değil) Ray Velcoro, Ani Bezzerides ve Paul Woodrugh etrafında dönüyor dizi. He, bir de batmak üzere olan mafya babası Frank Samyon da işin içinde.

İkinci sezondaki başrol yelpazemiz geniş olduğundan ben en sevdiğim iki karakterin üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. İlki elbette Ray. Oğluna düşkünlüğü, o yılmış bıkkın havası beni bunalıma sürükledi açıkçası.Özellikle oğlunun öz oğlu olup olmadığından emin olamasak da yaptığı o fedakarlıklar.. Ve bir de fettan karısı var. Yahu anladık yıllar önce tecavüze uğramışsın falan ama Ray'e bu kadar çektirmenin manası ne? Adam senin için neler neler yapmış..
Kısacası Ray benim içime işledi. Özellikle o son sahnede... Ağladım be ben bu adam için... Neyse spoiler vermeyeyim.

Bir de Ani var. Güçlü biri gibi görünse de içinde kırıkları olan karakter. Bıçakla yaptığı o artistik hareketler hala daha aklımda dönüyor. Yalnız biri, aynı Ray gibi... İlişkilerini de pek yürütemiyor. Tam bir aşk özürlüsü anlayacağınız. Son bölümde buluyor aşkı ama. Bakın spoiler vermemek için zor tutuyorum ama sanırım söyleyeceğim... Okumak istemezsiniz okumayın atlayın diyeceğim de, okuyun ya ne olacak?

Ani ve Ray sevgili oluyor!!!

Neyse zaten çok ayrıntı vermemiştim. Bir tanecik spoilerden bir şey olmaz. Siz zaten izledikçe tahmin edebileceksiniz neler olacağını. Yalnız daha önce de uyardığım gibi dikkatli izleyin ve bölümlerin arasında çok süre koymayın. Sekiz bölüm hemen biter...

Üçüncü sezon onayını almadı daha ama bence üçüncü sezon da olacak. Bu kadar ödül aldı, iki sezon izleyiciye yet-mez! Şimdiden merak ediyorum üçüncü sezonun oyuncu kadrosunu. Colin Farrell ve Matthew McConaughey oynamışsa ilk iki sezonda, üçüncü için Brad Pitt zor aklar bizi...

Bu kadar konuştuğum yeter de artar bile... Siz dizi hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı okuyacağım... Yağmurlu günlerde, dizi gibi anlar yaşamanız dileğiyle....

-Karamsarpollyana-




















15 Eylül 2015 Salı

Unutsam mı Unutmasam mı?

 Yeni maceramın ilk durağından tüm okuyanlara selamlar olsun! Yaz tatilinin şu son nefeslerinde kendimi bu blog karmaşasının içinde buluverdim. İlk yazı stresi, ve "Acaba okunur mu?"sorunsalının tüm yükü sırtıma binmişken kalem oynatmak öylesine zor ki... Bakın valla heyecandan ellerim titriyor.
 Elbette siz yeni okurlarımla hemencecik kaynaşmak, sıkı fıkı olmak istiyorum. Şu yazıma satırlarca yorumlar gelsin istiyorum. Fakat, ne yazık ki bu biraz uçuk bir hayal.

Olmaz var, zamanla olur var değil mi?

 Bakın kategoriye ayırdığım iyi oldu. Zamanla olurlar ve asla ama asla olmazlar.. Zaten umut ve umutsuzluğun arasında duran ince çizgi şu ikisinin ayrımı değil mi?
 Şöyle açıklayayım size:
Bir şeyin olabilmesi için elinizden geleni ardınıza koymazsınız da olmaz yani.. Siz de tam tüm kartlarınızı oynadığınızda zamana bırakırsınız. Zamanla bu iş ya olur ya da olmaz.. İşte bahsettiğim mevzu bu..
  Astronot olma hayaliniz asla olmazlar arasında, ama başarılı bir mimar olma işi zamana bırakılacaklardan. Beyoncé olma hayaliniz de olmayacak gibi sanki, kontenjan dolmuş çünkü. Fakat zamana bırakırsanız, göstereceğiniz çabayla Türkiye'nin gururu Hadise olabilirsiniz.
  Tabi çok çok ama çok fazla çabayla imkansızı yapmayı kafanıza koyarsanız bir şey diyemem. Yapsanız bile ne yazık ki istisnalar kaideyi bozmaz.
 Bir de bu iki kategoriden hangisine ait olduğunu kestiremediğimiz olaylar var. İşte o olaylar, ah onlar en kötüsü...
 Mesela eski erkek arkadaşınızdan ayrılmak zorunda olduğunuz o anda, Türk romantik filmi sahnelerini andıran 15-20 yıl sonraki karşılaşmanızı hayal edip onu beyninizin bir köşesine BÜYÜK harflerle yazıyorsunuz. Çok seviyorsunuz değil mi? Aşıksınız çünkü.. Acaba bu eski sevgili olayı nereye varacak? İşte uyumsuzlardan bir örnek size. Hemen yakalanıp kellesi alınası bir durum değil de ne? ama benden bir tavsiye elinize bir papatya alıp şu klasik kandırmacayı "Unutsam mı
unutmasam mı?" diye değiştirin. Çünkü zamana bırakmak bile zaman alıyor.
  Kırmızı kalemle yazarak, uyumsuzlar listesine eklemekten hiç zevk almadığım bir diğer konu da para konusu.. Varsayalım ki yeni açtığım dükkanım sinek avlıyor. İşler asla açılmayabilir. Belki bu asla olmayacaklardandır. Ya da zamanla müşteri çekecek bu dükkan. Nereden biliyorsun Müneccim misin sen?
 İşte daha bu küçük yaşımda elimde kalem ben bunları düşünüyorum, bunları yazıyorum...Ben derim ki size her daim zamana bırakın. Başarıyı da, acıyı da, zorluğu da..Saniyeler içinde gidişat değişebiliyor çünkü..
 Umut asla tükenmez. Umut kadar sonsuz olmanız dileğiyle ilk yazıma noktayı koyuyorum..