Ben geldiiiiiim! Uzun bir zamandır hep kendi düşüncelerimi yazmışım,bu sebepten, kendimi bir şey sanarak aniden film eleştirmenine dönüştüğüm yazılarım özlenmiş. Bu hafta da sırf buraya adam akıllı bir film yazabileyim diye tam dört adet film izledim. Aralarından, uzun zamandır izlemek için vakit kolladığım, ilk Türk - Amerika ortak yapımı olan "The Ottoman Lieutenant" isimli filmi seçtim.
İlk önce kötü yönünden başlayayım da sonra filmi ölümüne övdüğüm kısma geçince kötü şeyleri unutun.
Film özünde basit bir aşk hikayesi. Gayet öngörülebilir, hiç merak uyandırmayan bir senaryosu var. Lillie (Hera Hilmer), eşitlikten yana olan genç bir hemşiredir ve Van'daki bir Amerikan Hastanesi'ne bağış yapmak istiyordur. Bir salak olarak da Amerika'daki rahat ortamını bırakıp 1914 yılında klasik bir dünyayı değiştireceğim hayaliyle Van'a doğru yola çıkar. Jude (Josh Hernett) da Lillie ile ,Amerika'daki, bu hastane ile ilgili bir konferansta tanışmış olan doktordur.
Lillie, İstanbul'a geldiğinde İsmail Yüzbaşı (Michiel Huisman) ile tesadüf üzeri tanışır. İsmail ile kısa bir cami turu atarlar. Daha sonrasında da İsmail'in ona İstanbul'dan, Van'a doğru uzanan yolda,
komutanının emri üzerine korumalık görevini yapar.
Tam Ermeni sorununun patlak vereceği bir vakitte, Hristiyan ve Müslüman çatışmalarının ortasında, Lillie ve İsmail birbirlerine aşık olurlar. Ama çok geçmeden bu aşk Jude'un da katılmasıyla bir "üçgen" halini alır.

Dağı'nın hikayesi filan anlatılıyor, İsmail Lillie'yi etkiliyor... Lakin Ağrı'dan sonra ne mana Peri Bacaları? Biri bana bu saçmalığı açıklayabilir mi? Hadi milleti kandırdınız da Türkleri nasıl kandıracaksınız? Ağrı, Ürgüp ve Van nasıl bir yol güzergahı? Anladım, Türkiye'nin doğal güzelliklerini vurgulamak istemişler, olmamış, olmuşsa da saççççma olmuş.
Bir de, film yarım kalmış sanki. İçinde tarihi görüntülere ve bilgilere yer vermişler, bu güzel olmuş ama tam savaş çıkacak film orada bitiyor ve sonunda ne bir bilgilendirici yazı ne de kısa bir sahne konmamış. Zaten, Atatürk'ün A'sı geçmemiş. Bu açıdan da sınıfta kaldı.
Onun dışındaki her şeyde kalbim yerinden oynadı. Allaaaaah, Michiel sen nasıl adamsın? İnsan mısın? Kendisini zaten Game of Thrones'daki yalaka Daario Naharis karakterinden tanırdım. O karakterinden bir miktar haz etmesem de Age of Adaline'deki yakışıklı sevgili rolünden sonra kendisini listeme yazmıştım. Bu filmde ise listemin ilk beşine yerleştirdim. Osmanlı subayı üniformasını taşıyabilecek en müthiş Hollandalı olabilir kendisi. Rolünü de güzel oynamış, yapmacık değil. (Age of Adaline'i romantik film severler kesin izlesin, o filmi de çok beğenmiştim.)


Filmdeki Türk oyuncuların da toplasan beş saniyelik rolü var. Bunun dört saniyesi Haluk Bilginer oynamış. Kendisi İsmail'in komutanı. Onun sahnelerini böyle nasıl heyecanlı izledim anlatamam. Hele bir de Amerikan hastanesine gidip Türklerle ilgili efsane konuşma yaptığı sahnede tüylerim diken diken oldu. O kadar güzel konuştu ki "Allah Allah!" diye en yakın cepheye koşasım geldi (Sahneyi buraya koyacaktım ama Youtube'ta bulamadım, kusura bakmayın.) Diğer, bir saniyede oynayan şanslı adam da Aşk-ı Memnu'nun Ednan Beyi, Selçuk Yöntem.
En azından Promise'deki gibi kötü gösterilmemişiz. O lanet filmin sadece ilk on dakikasına katlanabilmiştim. İçimdeki tüüüm Christian Bale sevgisini öldüreceğine yakın kapattıydım, çok net
hatırlıyorum.
Kısaca şöyle bir toparlamam gerekirse, bazı saçmalıklar var ama filmi Michiel Efendi öyle güzel götürmüş ki bi "The Water Diviner" olmasa da aylarca beklediğime değdi.

Yakışıklı ve az çok adını duyurmuş bir aktörü, Türk olarak izlemek, bir de aşk sahnelerinin içinde kaybolmak istiyorsanız açın açın izleyin. Benim gibi duygusal bir insansanız da yanınızda mendil bulundurmayı unutmayın.
Bonus: Sanırsam Michiel Bey on parmağında on marifet olan biri olduğu için Van'ı bir güzel fotoğraflamış. Onun dışında İnstagram'daki fotoğrafları da mükemmel. İsterseniz hemen takibe alabilirsiniz.
Bonus 2: Filmin fragmanını bırakayım da iyilik olsun.
Uğruna savaşabileceğiniz bir aşk bulmamız dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder