Bir yolculuğa çıkmışım. Çifter çifter dizilmiş koltukların
birinde, cam kenarında oturmuşum; gözlerim dışarıda, hiçliğin arkasındaki
olguları anlamaya çalışıyor. Bembeyaz bir örtü var. Nur desem değil, kar desem
hiç değil. Sanki bindiğim bu taşıt havalanmış, bulutların arasına girmiş ve
katiyen oradan çıkmayı becerememiş.
Etraf sessiz ama iç
sesim çok geveze. Sus diyorum, susmuyor. Bir de terbiyesiz, o kadar çok küfür
ediyor ki… Bu yolculukta yanıma oturan kadına sinirlendi az önce. Kadının
insanları manipüle etmeyi seven, yükseklerde hissedebilmek için etrafındakinlerin
sırtına basmayı yeğleyen biri olduğunu fısıldadı kulağıma. Şimdi de ona
sövüyor. Ama kadın şöyle bir omzunun üzerinden baksa, hemen affediverecek;
biliyorum. İki yüzlü iç sesim benim!
Gerçi, yine de, benden daha dürüst. Ben hep susmayı tercih ediyorum. Kızdığımda, üzüldüğümde ya da konuşmam gerektiğinde… Hiç doğru sözcükleri bir araya getiremem. Beynim getirir, dilim kılını kıpırdatmaz. Sözcükler de öylece kalır köşede.
Gerçi, yine de, benden daha dürüst. Ben hep susmayı tercih ediyorum. Kızdığımda, üzüldüğümde ya da konuşmam gerektiğinde… Hiç doğru sözcükleri bir araya getiremem. Beynim getirir, dilim kılını kıpırdatmaz. Sözcükler de öylece kalır köşede.
Bindiğim bu “şey” çalışmaya başlıyor. Bir takım tıkırtılar
işitiyorum. Galiba bir trendeyim. Çocukluğuma dönüyorum yavaştan. Bütün trenler
dedeme ait zannederdim nedense… Hafifçe gülümsüyorum. İç sesim hemen mani oluyor. “Gülme!”
diyor. “Bu sana yasak.”
Ardından aklıma bir alıntı geliyor: “Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda
olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır
benim için.”*
Tam da bu yüzden oturduğum kadife koltuktan kalkıyorum,
biraz daha cama yaklaşıp rayları görmeye çalışıyorum. Yok, görebildiğim tek şey beyaz
bir hiçlik. Beyaz aslında beni rahatlatmalı, aydınlık bir his oluşturmalı
içimde fakat bende uyandırdığı duygu umutsuzluk. Böyle sanki hiçbir yolda
yürümemişim, hiç kimseyle göz göze gelmemişim, iki lafın belini kıramamışım…
İşte bu önümde uzanan ak boşluk, göğüs kafesime böyle bir yük bırakıyor.
Sonra biri bana sanki ben salakmışım gibi bakıp, yerime
oturmamı emrediyor. Hemen utanıyorum ve iç sesimden bir azar yiyorum. Usul usul
yerime oturuyorum. Yanımdaki kadın, küçük düştüğümden memnun bir şekilde önüne
dönüyor. İç sesim bir güzel ona da söyleniyor. Ben ise olduğum yerde iyice
küçülüyorum. Minnacık kalıyorum.
Nereye gidiyorum ben bu küçük boyumla? Koca dünyaya bak, bir
de benim avuçlarıma… Neden bindim ki ben bu isimsiz trene? Ait olamamanın
özgürlüğünü mü istedim yoksa kendimi bu ince uzun araca mı kapattım?
Kapatmak demişken, artık gözlerim camın arkasındaki
beyazlığa dayanamıyor ve ellerim bir refleks
olarak simsiyah perdeyi sertçe
kapatıyor. İç sesim teşekkür ediyor, yanımdaki ise çekip gidiyor. Neyse,
geri döner birazdan, ben de hiçbir şey olmamış, sanki hiç gitmemiş gibi
karşılarım onu. Eteklerindeki taşları
dökerse toplamasına yardım ederim. Yer değiştirelim der, her emrine uyduğum gibi
buna da uyarım. Sorun yok.
Ayağa kalkıyorum. Belki de yolculuğun başından beri ilk kez
diğerleri acaba ayağa kalktığıma kızar mı diye düşünmeden dimdik hedefe doğru
yürüyorum. İç sesim beni alkışlıyor ve cesaretlendiriyor. O cesaret gitmem
gereken yere ulaştığımda bir balon gibi sönüyor. Elimi ayağımı nereye
koyacağımı bilmiyorum. Konuşsam mı konuşmasam mı? Yanında boş bir koltuk var,
otursam mı oturmasam mı? İnanın hiç bilmiyorum.

Bir ara gözüm penceresine kayıyor. Yeşillik var, ağaçlar
var, kuşlar var, gökyüzü var. Onun dünyaya açılan pencereleri benimse hayata
kapanan perdelerim var. Ne kadar ezik kalıyorum onun varlığının yanında öyle. Kendimden
nefret ediyorum kısa bir süre için. O ise bir şeyler anlatıyor ama sanki bana
değil, topluluğa sesleniyor. Ben de kalkıp gidiyorum. Zaten olmayacaktı diyorum
kendi kendime. Bir şey olmayacaktı… Hem utan kendinden. Ne münasebet bu yaptığın? Ona da mı bir koltuk ayıracaksın bu hayattan?
Ah kalbim be, ben senden çok çektim.
Yerime döndüğümde bir bakıyorum yanımdaki koltuk dolmuş
yeniden. Kadın yine yanıma dönmüş. “Şimdi de sen kov şunu!” diyor iç sesim. Duymamazlıktan geliyorum.
Hiçbir şey yokmuş gibi yine oturuyorum, yine perdeyi kapalı tutuyorum.
İç sesim bir ara insafa geliyor. Sakince “Bu hep böyle mi devam
edecek?” diyor. Onu şöyle karşıma alıp konuşasım var. Bu soruyu ancak birinin
gözlerinin içine bakarak cevaplayabilirim çünkü. Ama bana iç sesim kadar dürüst
gelen, konuşmak istediğim, beni tam da ihtiyacım olduğu gibi dinleyecek birini daha
görmedim. Bu yüzden bu sorunun cevabını kendime bile veremiyorum.
Keşke yol arkadaşım değişse, oturduğum peron değişse,
durduğum yer değişse, camın arkasındaki manzara değişse… Büyük bir değişimin
içine girsem ve bu durumdan hiç sıkılmasam. Ama ben sıkılırım yine, benden yana
bir sorun çıkmasa iç sesim bir fitne sokar araya.
Sadece etrafa bakmakla yetiniyorum şimdilik. Herkes kendi
penceresine odaklanmış, kendi iç sesiyle kavgalı. Yolculuğum ne kadar sürecek
bilmiyorum… Etrafımdaki bu yoğunluğa ne kadar katlanmak zorundayım? “Burada
daha ne kadar öleceğim?/ Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca
kestiğiniz yerde? /Ben size alışamam.”***
Yaşam boyu oturacağınız koltukların hep rahat olması
dileğiyle…
1*: Tezer Özlü
2**. Oğuz Atay
3***: Nilgün Marmara
2**. Oğuz Atay
3***: Nilgün Marmara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder