26 Aralık 2017 Salı

Gökyüzü Treni

Bir yolculuğa çıkmışım. Çifter çifter dizilmiş koltukların birinde, cam kenarında oturmuşum; gözlerim dışarıda, hiçliğin arkasındaki olguları anlamaya çalışıyor. Bembeyaz bir örtü var. Nur desem değil, kar desem hiç değil. Sanki bindiğim bu taşıt havalanmış, bulutların arasına girmiş ve katiyen oradan çıkmayı becerememiş.
  Etraf sessiz ama iç sesim çok geveze. Sus diyorum, susmuyor. Bir de terbiyesiz, o kadar çok küfür ediyor ki… Bu yolculukta yanıma oturan kadına sinirlendi az önce. Kadının insanları manipüle etmeyi seven, yükseklerde hissedebilmek için etrafındakinlerin sırtına basmayı yeğleyen biri olduğunu fısıldadı kulağıma. Şimdi de ona sövüyor. Ama kadın şöyle bir omzunun üzerinden baksa, hemen affediverecek; biliyorum. İki yüzlü iç sesim benim!

Gerçi, yine de, benden daha dürüst. Ben hep susmayı tercih ediyorum. Kızdığımda, üzüldüğümde ya da konuşmam gerektiğinde… Hiç doğru sözcükleri bir araya getiremem. Beynim getirir, dilim kılını kıpırdatmaz. Sözcükler de öylece kalır köşede.
Bindiğim bu “şey” çalışmaya başlıyor. Bir takım tıkırtılar işitiyorum. Galiba bir trendeyim. Çocukluğuma dönüyorum yavaştan. Bütün trenler dedeme ait zannederdim nedense… Hafifçe gülümsüyorum. İç sesim hemen mani oluyor. “Gülme!” diyor. “Bu sana yasak.”
Ardından aklıma bir alıntı geliyor: “Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için.”*
Tam da bu yüzden oturduğum kadife koltuktan kalkıyorum, biraz daha cama yaklaşıp rayları görmeye çalışıyorum. Yok, görebildiğim tek şey beyaz bir hiçlik. Beyaz aslında beni rahatlatmalı, aydınlık bir his oluşturmalı içimde fakat bende uyandırdığı duygu umutsuzluk. Böyle sanki hiçbir yolda yürümemişim, hiç kimseyle göz göze gelmemişim, iki lafın belini kıramamışım… İşte bu önümde uzanan ak boşluk, göğüs kafesime böyle bir yük bırakıyor.

Sonra biri bana sanki ben salakmışım gibi bakıp, yerime oturmamı emrediyor. Hemen utanıyorum ve iç sesimden bir azar yiyorum. Usul usul yerime oturuyorum. Yanımdaki kadın,  küçük düştüğümden memnun bir şekilde önüne dönüyor. İç sesim bir güzel ona da söyleniyor. Ben ise olduğum yerde iyice küçülüyorum. Minnacık kalıyorum.
Nereye gidiyorum ben bu küçük boyumla? Koca dünyaya bak, bir de benim avuçlarıma… Neden bindim ki ben bu isimsiz trene? Ait olamamanın özgürlüğünü mü istedim yoksa kendimi bu ince uzun araca mı kapattım?
Kapatmak demişken, artık gözlerim camın arkasındaki beyazlığa dayanamıyor ve ellerim bir refleks
olarak simsiyah perdeyi sertçe kapatıyor. İç sesim teşekkür ediyor, yanımdaki ise çekip gidiyor. Neyse, geri döner birazdan, ben de hiçbir şey olmamış, sanki hiç gitmemiş gibi karşılarım onu.  Eteklerindeki taşları dökerse toplamasına yardım ederim. Yer değiştirelim der, her emrine uyduğum gibi buna da uyarım. Sorun yok.

Yalnız kaldığım zamanlarda:“Herkesin istediği gibi yaşadığı uzak bir ülkenin özlemini duyuyorum.”**. Yerde tam ayağımın dibine bıraktığım çantamı açıyorum. O özlemi de yanıma almışım. Bir de çift kişilik bilet.  Biletlerden biri bana ait. O bilet sayesinde oturuyorum bu trende. Diğeri ise birkaç sıra ilerideki koltuğun.

Ayağa kalkıyorum. Belki de yolculuğun başından beri ilk kez diğerleri acaba ayağa kalktığıma kızar mı diye düşünmeden dimdik hedefe doğru yürüyorum. İç sesim beni alkışlıyor ve cesaretlendiriyor. O cesaret gitmem gereken yere ulaştığımda bir balon gibi sönüyor. Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyorum. Konuşsam mı konuşmasam mı? Yanında boş bir koltuk var, otursam mı oturmasam mı? İnanın hiç bilmiyorum.
 Ama o beni fark ediyor. Göz göze geliyorum. Ne kadar saf olduğumu çaktırmamak için çaba harcıyorum ama sanki bu durum alnımda yazıyor, hemen o beni anlıyor. Dostça yanına oturmamı öneriyor.  Başımı öne eğmişim oturuyorum. Nezaketen konuşuyor benimle. Onda, olmasını istediğim tarzdan bir önemim yok belli ki. Üzülüyorum. İç sesim yine sinirleniyor. Ona göre haddime değilmiş üzülmek. Çünkü herkese böyle üzülürmüşüm hep, artık üzülmemin bile bir kıymeti yokmuş.
Bir ara gözüm penceresine kayıyor. Yeşillik var, ağaçlar var, kuşlar var, gökyüzü var. Onun dünyaya açılan pencereleri benimse hayata kapanan perdelerim var. Ne kadar ezik kalıyorum onun varlığının yanında öyle. Kendimden nefret ediyorum kısa bir süre için. O ise bir şeyler anlatıyor ama sanki bana değil, topluluğa sesleniyor. Ben de kalkıp gidiyorum. Zaten olmayacaktı diyorum kendi kendime. Bir şey olmayacaktı… Hem utan kendinden. Ne münasebet bu yaptığın? Ona da mı bir koltuk ayıracaksın bu hayattan?
 Ah kalbim be, ben senden çok çektim.

Yerime döndüğümde bir bakıyorum yanımdaki koltuk dolmuş yeniden. Kadın yine yanıma dönmüş. “Şimdi de sen kov şunu!” diyor iç sesim. Duymamazlıktan geliyorum. Hiçbir şey yokmuş gibi yine oturuyorum, yine perdeyi kapalı tutuyorum.

İç sesim bir ara insafa geliyor. Sakince “Bu hep böyle mi devam edecek?” diyor. Onu şöyle karşıma alıp konuşasım var. Bu soruyu ancak birinin gözlerinin içine bakarak cevaplayabilirim çünkü. Ama bana iç sesim kadar dürüst gelen, konuşmak istediğim, beni tam da ihtiyacım olduğu gibi dinleyecek birini daha görmedim. Bu yüzden bu sorunun cevabını kendime bile veremiyorum.
Keşke yol arkadaşım değişse, oturduğum peron değişse, durduğum yer değişse, camın arkasındaki manzara değişse… Büyük bir değişimin içine girsem ve bu durumdan hiç sıkılmasam. Ama ben sıkılırım yine, benden yana bir sorun çıkmasa iç sesim bir fitne sokar araya.
Sadece etrafa bakmakla yetiniyorum şimdilik. Herkes kendi penceresine odaklanmış, kendi iç sesiyle kavgalı. Yolculuğum ne kadar sürecek bilmiyorum… Etrafımdaki bu yoğunluğa ne kadar katlanmak zorundayım? “Burada daha ne kadar öleceğim?/ Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğiniz yerde? /Ben size alışamam.”***

Yaşam boyu oturacağınız koltukların hep rahat olması dileğiyle…

1*: Tezer Özlü
2**. Oğuz Atay
3***: Nilgün Marmara



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder