17 Ağustos 2018 Cuma

Yol

  Sokak, hava kararmaya yüz tutmuşken ancak ne kadar ıssız olabilirse o kadar ıssızdı. Ufka  doğru uzanıyordu. Sonunu görebilmek imkansızdı. Adamımız, üzerinde kollarını kıvırdığı mavi gömleği, ağzında dumanı tüten sigarası, başını öne eğmiş, ağır adımlar atıyordu. Yeşil gözleri kendi adımlarını izliyordu. Ve kalbi yalnızlığıyla çarpıyordu.
  Burada olma sebebini sorgulamaya başladı. Neden yürüyordu? Bu yolun sonu nereye çıkıyordu? Tüm bu sorular aklından hızlıca geçince durdu. Başını kaldırdı. Önce omzunun üzerinden arkasına baktı. Ne zamandır bu yolda olduğunu hatırlayamadı fakat gördüğü şey geçmişiydi.
  Anılarına odaklandı. Sol yüzük parmağındaki gümüş yüzük ağırlaştı. Bir anda etrafındaki hayaletleri görür gibi oldu. Bir mezarlık yolunda olduğu düşünülürse, bu gerçekten korkutucuydu. O korkmadı. Omzunun üzerinden bakmayı kesip tamamen arkasına döndü. Bu sefer ters istikamete, geçmişe doğru yürümeye başladı.

  Hava da iyice kararmıştı. Hayaletler etrafına üşüşmüşlerdi. Düştüğü yerlerden geçti. Burada kafasını çarpmıştı. Burada avuçları ezilmişti. Burada dizleri parçalanmıştı.
  Her defasında, acının dozu ne kadar yüksek olursa olsun kalkmayı başarmıştı.

  Hızlandı. Hatta koşmaya başladı. Rüzgar kısacık saçlarını dağıtıyor, toz toprak gözlerine giriyordu. Bundan rahatsız olmadı. Sigarasını söndürdü. Durdu. Nefes nefese kalmıştı. Şimdi neredeydi? Yolun hangi kısmına geçmişti? Üstelik şimdi hayaletleri de onu terk etmişti.
 Göğsü sıkıştı. Geçmişi  onu bunaltıyordu fakat bu yolu yürümekten de alıkoyamıyordu kendini. Az önce arkasını döndüğü yere, başlangıç noktasına geri dönmeliydi. Birkaç dakika dinlendikten sonra bunu yapacaktı.
  Şimdi ayaklarının altında kayan yolu bir kez daha düşündü. Bir kez daha,bir kez daha, bir kez daha... Defalarca.
  Bu bir mezarlık yoluydu. Tüm kayıplarının yeri burasıydı. Ölü insanlar, ölü evler, ölü kitaplar, ölü şehirler... Miadını dolduran her şey bu yolun iki tarafındaki toprağın altında yatıyordu. O da, bu yoldan ve ölenlerden kopamıyordu. Hayatına devam edemiyordu.
 Şimdi güneş yükselseydi şu ilerden. Bir arkadaş omzuna dokunsaydı. Yoluna devam etseydi. Sigarayı bıraksaydı mesela. Bir de ölenlerle ölmeyi. Hayaletlerini kalıcı olarak terk etseydi. Sonsuza kadar gelmeseydi. Kendi hayatını mahvetmekten bıksaydı, yaşamaya başlasaydı... Önüne baksaydı.
Arkasını dönmeseydi. Ve şu rüzgar, bu kadar sert esmeseydi.
  Ya da en azından, akşamüstü bir esnaf lokantasında iki çeşit yemek yedikten sonra yaldızlı bardakta servis edilen çay eşliğinde anlatsaydı her şeyi. Anlatmak, anlaşmak demekti. Bir kerede dökse eteğindeki taşları, bir daha o yolu yürümek zorunda kalmayacaktı. İnsanları uzaktan analiz etmek zorunda kalmayacaktı. İçine kapanmak zorunda kalmayacaktı.
 Her şey, bir kere anlatmaya bakıyordu. Bir kere.

Aşama aşama iyileşen biriydi. Bu yolu belki yüz kere koşacaktı. Her adımda başka bir hikayesi anlatılacaktı, bir kısmıyla anlaşacaktı. Hayaletleri onu teker teker bırakacaktı. Güneş bir kez daha doğduğunda bu yolu boş bulacaktı. Bir gün tamamıyla iyileşecekti. İyileşmek zorundaydı. Hayatın döngüsü buydu.
 Önce anlatmaya başlaması, geri dönmeme kararı alması lazımdı.

 Kıpırdadı. Yeni bir sigara yakıp geleceğine yürümeye başladı. Buradaki toprakların altı boştu. Dolacağını düşünmemeye başladı. Her zaman kayıp verilirdi bu hayatta. Kader kazanılan ve kaybedilen bir sürü olgudan oluşurdu. Umudunu, heyecanını, sevgisini, öfkesini... Zaman zaman hepsini kaybedip kazanacaktı. O toprağa daha bir sürü şey gömecekti. Ama artık bunu düşünmemeliydi. Hesap yaparak bir yere varılmazdı. Bir şeyin olacağı varsa olurdu ve olacakla öleceğe çare yoktu.

Hava iyice kararmışken adamımız yürümeye devam etti. Çay içmeye gidiyordu.

Yürünmesi gereken yolların sizi yormaması dileğiyle...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder