Gri taşlardan oluşan, yer yer kırılmış bir döşemeye sahip; sıra sıra, sarılı- yeşilli, sonlara doğru bordolu apartmanların arasına sıkışmış; üzerinde yazları mavinin en güzel tonunu, kışları ise sadece gri bulutları taşıyan; bir şehrin; henüz adı konulmamış sokağın başında duruyorum şimdi. Omzumun üzerinden sağ tarafımdaki binaya bakıyorum. Bu sarı binanın giriş kapısına ulaşmak için birkaç basamak çıkmak gerekiyor. Yorgunum, çıkamıyorum.
İlgimi giriş katındaki, siyah parmaklıkların arkasındaki beyaz pencere çekiyor. Orada artık tanımadığım insanlar oturuyor. Hayal meyal hatırladığım o buz gibi evin içindeki yaşantıları merak ediyorum bir süre. Acaba nereli bu yeni aile? Çocukları var mı, varsa kaç tane? Yaşadıkları yerden mutlular mı bu insanlar? Her akşam sofralarında sıcak yemekleri ve yemekleri kadar sıcak gülücükleri oluyor mu?
Merakım, yeni boyattığım koyu renkli saçlarımı uçuran rüzgar gibi esip geçiyor, ben de temiz havayı kendime yaşadığımı hatırlatmak ister gibi içime çekiyorum. Evet, işte yaşıyorum. Hem de bu paslı şehirde, kimsenin adını sanını duymadığı bu kimsesiz sokakta...
Durduğum yerden bakınca, önümde sonunu göremediğim bir labirent var. Koşarak çıkmak istiyorum, koşuyorum da... Lakin çıkamıyorum. Her adımda o sokak büyüyor, uzuyor, hayallerimi, benliğimi kısacası her şeyimi içine çeken kara bir delik haline geliyor. Korkup duruyorum. Bu sefer başımı sola çeviriyorum. Büyük balkonlu bir apartman dairesi gözüme çarpıyor. İçeride kimin yaşadığını bilmiyorum. Yine bir merak sarıyor, hatta bu merak bir süre sonra somut bir hal alıyor.
Kendimi o büyük balkonda buluncaya kadar, hipnotize olmuş gibi yürüyorum. İçeride ne bir eşya ne de bir sahip var. Belli ki bu daire de en az benim kadar kimsesiz.
Ellerimi balkonun demir tırabzanına koyuyorum. Soğuk. İçim ürperiyor. Sadece ellerimin altında hissettiğim soğuk demirden dolayı değil, gördüğüm manzara karşısında içim ürperiyor.
Ne mi görüyorum?
Her şeyi. Ankara'da, bir barda, elinde hiç sevmese de içmeye devam ettiği o içkisiyle duran uzun saçlı kızı görüyorum mesela. Kimsenin umurunda değil ama etrafındakileri mutlu olduğuna inandırmaya ant içmiş gibi. Bir süre mor ışık altında çalan grubun müziğini dinliyor.
Galata'yı görüyorum. Bir çift gülümseyerek İstanbul'u izliyor. Evlilik hayali kuruyorlar. Bir ay sonra oğlan kızdan sıkılıyor, o hayaller de bir anda yok oluyor.
Metro istasyonuna bakarken buluyorum kendimi sonra. Elinde çiçekler, hiç gelmeyecek birini bekleyen sakallı bir çocuk var. Diğer eli de siyah kotunun cebinde. Belli ki yirmi yaşlarında. Tırabzanlardan sarkıp çocuğun yüz ifadesini seçmeye çalışıyorum, hayır gözlerim o kadar iyi görmüyor.
Dengemi kaybedip, o üfür üfür balkondan düşmeden önce gördüğüm son şey, okulun bahçesinde koşturan çocuklar oluyor. Ne kadar saf bir mutluluk onlarınkisi... Düşerken onları kıskandığımı hissediyorum. Bedenim sert zemine çarptığında gözümün önünde kendi çocukluğum beliriyor. Kırmızı bir tişörtle en sevdiğim kot eteğim var üzerimde. Boyum yetişmediği için yuvarlak masanın önünde duran sandalyeye çıkmışım, bilmem kaçıncı doğum günüme ait olan mumları üflüyorum.
Zeminle buluşmamın üzerinden birkaç saniye geçiyor ki uyanıyorum. Kendi dünyama hapsolmuş, küçük bir kızım. Hala saçlarımı göz yakmayan bebek şampuanıyla yıkayıp, sabahları top şeklindeki çikolatalı mısır gevreklerinden yiyorum. Aşka inanmıyorum. Dostluğa da inancım yok. Bir gün dünyayı değiştirmek istiyorum ama bunun için de umutlarım tükenmek üzere.
Bu sokak, bu şehir beni hapsetmiş. Kaçma vaktine kadar beklemek zorundayım.
Neyse ki görüşüm dar değil. Her yazar gibi, kendimi yazar kategorisine koyduğumdan kurmuyorum bu cümleyi, etrafı izleyip hikayeler uydurmayı seviyorum. Süper kahramanlar gibi duvarların arkasındaki gerçek insanları görme gibi bir gücüm var.
Bu yaşımda hayatı ve insanları çözdüğümü sanmam normal bir durum mu?
İstanbul'un artık bizi bir salması dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder