Hellooooo, ben geldim! Size müthiş bir yazı yazacağım, okuma
yanında yat. Şaka şaka, sıradan benin sıradan bir yazısı olacak, öyle çok
şaapmaya gerek yok.
Vallahi daha üniversiteyi deneyimleyemedim. Lakin kendimi bütün sosyal medya hesaplarımdan inşaat mühendisi ilan ettim bile. Bakalım hayırlısı. Okulun açılmasına bir ay kaldı. Belki ilk günümü anlatan bir yazı yazarım sanki çok merak ediyormuşsunuz gibi... Gerçi kesin benim en önemli günüm süper sıkıcı olur ama neyssse.
Konumuz YGS-LYS serüveni. Ay şu üç harften oluşan iki şeyi düşünmek dahi midemi bulandırıyor. Stres oluyorum üzerimden o büyük yükün kalktığını bilmeme rağmen. Başıma ağrılar giriyor.
Aman ha siz katiyen stres olmayın. Adam akıllı, o güzel
kafanızı aptal test kitaplarından tek bir saniye bile kaldırmadan, çılgınlar
gibi ders çalışın. Çünkü sistem bize robot olmamazı emrediyor. Robot, hazır ol!
Sağa dön! Kalemleri al! Ateş!
Tamam itiraf ediyorum, saatlerce kalmadığım o masa başında, on dakika test çözdükten sonra yarım saat duvarları izliyordum. Yine itiraf ediyorum, teneffüs aralarında test çözmeye çalışırken resmen konsantrasyon savaşı veriyordum. Olur öyle şeyler ama. Oluyor yani.

Hayat adil değil. Şöyle adil değil, benden kat kat kat fazla çalışanlar; benden kat kat kat daha dandik yerlere gittiler. Yine şöyle adil değil, hiç çalışmayan arkadaşlarım, benden iyi yerlere gittiler. Kimi parayla, kimi ise şansla.
Bu bir öğüt yazısı değil. Size sadece ne yaptım, ne düşündüm onları anlatmak istedim. Sınav sistemi değişse de her sene yaşanacak sinir stres aynı kalacak sonuçta.
İlk olarak bilmenizi isterim ki hiçbir zaman keşke daha çok çalışsaymışım demedim. Yeri geldi dokuz buçukta uyudum. Yeri geldi alarm kurup sabahın dördünde uyanıp ders çalıştım. Elimden gelenin en iyisi miydi? Belki değildi ama olacağına vardı işte.
Zaten ta senenin başından beri bu günleri düşünüp “Her şey olacağına varacak.” diyordum. Sene sonunda bir yerlere girecek olduğumun farkındaydım. Bu yüzden stresimi de hep içimde tuttum. Hiç kimseye “Acayip stresliyim, bayılıvereceğim şurada.” diye mızmızlanmadım. İç dünyamda “Ölürüyorum anlasanağğğğ!” diye bağıran Bihter Ziyagil’ken, dış dünyamda dünyayı gezen Şeyma Subaşı gibi rahattım. En azından ben kendimi öyle gördüm yıl boyunca.
İnsanın yol boyunca ihtiyacı olduğu en büyük şey iyi bir rehberlik oluyor. Şahsen bizim okuldaki rehberlik iğrençti. Bunu hiç utanmadan, çekinmeden açık açık söylüyorum işte. Rehber öğretmen ne sınıfa gelip bize tek tek program yaptı, ne de bizi rahatlatmak için güzel konuşmalar... Arada sırada bir iki şey yaptı, onlar da öyle çok matah şeyler değildi açıkçası.
Ben bahsettiğim iyi rehberliğe, YGS’den sonra almaya başladığım özel fizik dersleriyle başladım. Dünyanın en ponçik insanıydı öğretmenim. Hala da konuşuyoruz. Bana hep destek oldu, sorumluluklarımı anlattı. Yeri geldi balo kıyafetlerime baktık, yeri geldi matematik öğretmenimi çekiştirdik. Ama hep doğru yolu gösterdi bana. Sadece fizik dersi için de değil, tüm dersler için. Nasıl çalışmam gerektiğini, neler yapmam gerektiğini öğretti. Onun sayesinde mühendis olacağım şimdi.
Bu bir maraton arkadaşlar. Taştan bir yolda, yalın ayak koştuğunuz uzun bir maraton hem de. Ama bitiş çizgisine ulaşıyorsunuz, ulaşınca da her şey bitmiyor. Onun sonuç beklemesi var, tercih dönemi var, kayıt yaptırması var… Var arkadaş var!
Size kendi sınav günümü anlatacağım. 12 Mart Pazar 2017. Hava yağmurluydu. Normalde yağmurlu

Neyse, çıktık arabadan. Sınava yarım saat filan var. Okulun önünde bir kuyruk. Benim gibi bir sürü öğrenci okula girmeyi bekliyor. Kapıda görevliler üst araması yapıyor. Siz de içinizden “Gerçekten oluyor galiba.” diyorsunuz. Takvimde siyah keçeli kalemle işaretlediğiniz o günün gerçekten gelip çattığını o an fark ediyorsunuz.
Okula giriş sırasında, önümde duran kız ağlıyordu. Arkamda duran kız ise ceviz yiyordu. Böyle de garip bir ortam orası işte. Yalnız o ağlayan kız yüzünden bir ara ben de ağlayacak gibi oldum, hatırlıyorum. Zaten sırf ağlamamak için annemlerle filan da vedalaşmadan sınav binasına girdim alelacele.
En zor kısımın sınav başlamadan önceki on beş dakika sıraya oturup beklemek olduğunu söylemişlerdi hep. O süre Ayetel Kürsüler, Salli Barikler, Elemler, Naslar ile çoook hızlı geçiyor. Gözünüz korkmasın. Asıl zor olan kısım, ilk soruyu çözmeye başladığınız an.
Bir arkadaşım “Türkçe’nin yarısına gelmiştim ve hala heyecanım gitmemişti.” demişti bana sınavdan önce. İnanmamıştım. Bana da aynısı oldu. Bir türlü paragraf sorularına aklımı veremedim. İçimden bir ses hiç durmadan “Gerçek sınavdasın, gerçek sınavdasın, saat kaç, gerçek sınavdasın, saat kaç, gerçek, gerçek…” deyip durdu.
Sonra sınav bitti. Sanki ruhum bedenimin ağırlığından kurtulmuş gibi hafifledim. Yavaş adımlarla, etrafıma baka baka ama kimseyle konuşmayarak okulun dış kapısına yöneldim.
En etkileyici an o andı işte. Yüzlerce umutlu yüz, kapının
sağına soluna toplanmış, hayatlarını adadığı küçük evlatlarının sınavdan
çıkışını bekliyor. Öyle garipti ki… Gözlerim doldu yine. Ağlamadım. Annemi ve
babamı buldum. “Nasıl geçti?” dediler. “İyi.” Dedim.
Zor sınavın LYS olduğunu söylerler. Külliyen yalan! YGS daha zor. Psikolojik açıdan daha zor. Çünkü sizi ne beklediğini bilmiyorsunuz. Etraftakiler yüzünden büyüdükçe büyüyor olay. Sonra sınavdan çıkıp “Bu muymuş?” diyorsunuz. Lakin yaptığınız saçma sapan stresten dolayı o küçümsediğiniz sınavda olmayacak hatalar yapıyorsunuz.
LYS başka evren. Çünkü, ne bileyim asıl zor sınav yani soru bakımından zor olan o, ama ben katiyen ciddiye alamadım sınav esnasında. Bitecek kurtulacağım modundaydım. Öyle de oldu. Ama bu sefer sınava girerken ağladım. Babam sonra dalga geçmek için fotoğrafımı bile çekmiş. İyi gelmişti ağlamak. O da rahatlatmıştı beni.
Böyle işte. Uzun bir yazı oldu ama olayları tüm
gerçekliğiyle özet geçtim.
Hayat sınavında da başarılı olmak dileğiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder