Ben genelde, kendi hayatıma es vereceğim için mutlu oluyorum.
Dünya üzerine yollanırken hapsedildiğimiz bu kişiden, benden çıkıp başka biri
olabilme imkanı veren; başka bir evrene elimden tutup götüren alternatif bir
yaşamın içine girmek beni heyecanlandırıyor.
Son zamanlarda bu hissi, insanoğlu olarak kaybettiğimizi düşünüyorum.
Sadece roman ya da öykü okumanın verdiği hafifliği değil, okuyarak öğrenme
kavramıyla ilişkilendirebileceğimiz “merak, ilgi…” gibi sırf bu eyleme özgü
olan duyguları da yitirdik.
Açıp, film-dizi yorumlarını karıştırmak; makale araştırmak;
gazeteye göz atmak gibi şeyler tarihe karıştı sanki. Artık insanlar “Youtube”
kültürünü benimsemiş hatta sadece bu olsa iyi, 30-40 saniyelik İnstagram “Reels”
videoları ile hipnotize olmuş durumda. Her şey çok hızlı olmalı, en kolayı elde
etmenin yanı sıra faydalı olmak gibi bir kaygı gütmeyen bilgileri bilinç
sepetinde barındırma hastalığı peydah olmuşa benziyor.
Bu kadar sert eleştirmemeli.
Çünkü hepimiz bu durumdan payımızı alıyoruz. Hangimizin sabah sekiz akşam altı çalışıp mücadele ede ede yorgun bir şekilde kendini evine attıktan sonra kafasını boşaltıp eline bir kitap almaya vakti var ki? Olanlar vardır elbet fakat sayısı oldukça azdır. Hep bu tempoda okuyup, araştırabilen insanlara imrenmişimdir. Ben de kendimce vaktimi iyi değerlendirme çabasına giriyorum fakat yüzde yüz verim almak imkansız. Sonunda her daim elimin altında olan o telefon kendiliğinden açılıyor ve bir anda kendimi sosyal medyada sörf yaparken buluveriyorum.Yazmayı, üretmeyi seven biri olarak, benim bile sahip
olduğum bu kötü alışkanlık, beni edebiyatın geleceği hakkında endişelendiriyor.
Çünkü yazmayı çok seviyorum. Kimse için değil, kendim için
yazıyorum. Eskiden yayınlamayacak olsam bile yazardım. Şimdi sadece bloga koyabileceğim
konular hakkında yazıyorum. (günlük, o an aklıma gelen bir söz, içinde
bulunduğum anı betimleyen küçük satırlara inanın vaktim yok.) Fakat ileride,
okunması için yazmayı başarabildiğimde okuyan insan olmaması ihtimali içimi
derin bir korkuyla ezip geçiyor.
Öte yandan gerçekten “yazmak” gibi bir değer olarak gördüğüm
bu eylemin sığlaşması (genel olarak değil, kendi içimde, benim yazdıklarımla da
sığlaşması…) edebiyattan kopan bir toplum olmamızın ayak sesleri gibi…
Ya da çevrem ve yaşam tarzım değiştikçe ben öyle
hissediyorum.
Bu blogu lise yıllarımda kurmuştum. Yaklaşık 8-9 sene önce.
Hala buradayım. Ama burada olmam dışında her şey değişti. Geliştim belki de…
Bunun kararını ancak oralarda, yazdıklarımı 8-9 senedir takip eden biri varsa
verebilir. Ben başka biriyim. Bu başka biri, bir mühendis, yakında birinin eşi
olacak. Bu birinin sabit bir maaşı, izin günleri, tüm bunlara göre
sorumlulukları var… Çevresinde, aşk acısı çeken ya da geleceğiyle ilgili hayal
kuran genç insanlar yerine; formaliteden muhabbet ettiği iş arkadaşları var. Formaliteden
olmasa da arada muhabbet ettiği arkadaşları ile de konuştuğu konular; herhangi
bir yazıya ilham olmaktan çok uzak.
Bilmiyorum zaman ne gösterecek fakat bulunduğum sektörden
hevesimi aldığımda tam zamanlı yazarlığa yönelmek gibi bir dürtünün, içimde ilk
tohumları ekildi. Bu kez ektiğimi biçmenin ötesinde, yazdıklarımın iyi
olmasından ziyade, okuyucu kitlemin İnstagram takipçi sayıma göre
şekilleneceğinden çok korkuyorum. Çünkü durum böyle olursa hiçbir şey
başaramam. Öyle bir insan değilim. Kısa kısa videolar çekecek, insanlara ilham
veren konuşmalar yapabilecek bir karakterim yok.
Bunu arayan okuyucu beni bulamaz zaten. Yazdıklarımın
anlaşılmasını, satır aralarına gizlediğim nüansların tartışılmasını isterim
ben.
Yazının başında da dediğim gibi ancak okuduğu kitabın içine
girebilen insanlar benim kelimelerimden zevk alabilir. Üç kelimelik basit
cümlelerin insanı değilim ki ben. Fark edersiniz, çok virgül kullanırım kurduğum
her cümlede. Katman katman açıklarım her yazdığımı…
Nasıl olacak bu işler şimdi size soruyorum.
Oğuz Atay günümüz yazarlarından olsaydı bu kadar tutunabilir
miydi?
Yorum sizin.
Yazabilmek, hep yazabilmek, yazdıkça yazabilmek ve sonunda
da anlaşılabilmek dileğiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder