Sağına ve soluna ağaçlar dikilmiş uzunca bir yolun kenarına
iliştirilmiş bankta oturuyorum. Üzerimde krem rengi kalın hırkam, ayağımda en
sevdiğim botlarım. Her canım sıkıldığında yaptığım gibi toplamışım saçlarımı.
Bu yüzden yaprakları buradan oraya savuran rüzgar saçlarıma dokunamıyor. Ben de
sükunet içinde etrafın durgunluğuna kapılmış, kendi kalabalığımı düşünüyorum.
Yıldız filan kaydığı yok, hatta hava aydınlık. Fakat dilek tutuyorum içimden.
Kimselere açıklayamadığım masumca bir dilek bu. Birilerini kurtarmak,
birilerinin de beni kurtarmasını diliyorum. Olmayacağını da biliyorum da,
naparsın? İnsan istiyor ve isteklerini dizginleyemiyor işte.
Tam da o saniye sanki bir mucize oluyor, önümden geçen yaprak yığınının arasında mavi mürekkepli bir sayfa görüyorum. Ağır çekimde uzaklaşıyor benden sanki. İç sesim kalkıp o sayfanın peşinden gitmemi emrediyor. Kalkıp peşinden gidiyorum. İki tane büyük adım atıp öne doğru atıyorum kendimi. Tam narin parmaklarımın arasından kayıp gidecekken ani bir hareketle yere kapaklanıyorum ve kağıt benim altımda kalıyor. Değdi mi şimdi buna? Yine yerlerdeyim yerlerde!
Topuzumdan kurtulan birkaç tel, kıvrılmış, turuncu saçım gözümün önüne düşüyor. Sinirlenip kulağımın arkasına atıyorum. Bu sırada da yavaşça doğrulup kağıdı elime alıyorum. İlk düşüncem: “Yazıyı kim yazmışsa yazısı çok güzelmiş.” İkincisi ise: “Acaba ne yazmış?”
Civarda kimseler olmadığından kendi başıma kalkıyorum düştüğüm yerden, hep yaptığım gibi. Ayaklarım beni az önce oturduğum banka geri götürüyor, oturuyorum. Rüzgar biraz da dindi sanki. Alınıyorum ona. Az önce bıraksaydı ya esmeyi! Belki de hiç çaba harcamadan uzanıp alırdım elimdekini. Sonra “Aptal!” diye söyleniyorum. Yine nankörlük yaptım işte. Bu kağıdı ayağımın ucuna kadar getiren rüzgara, nankörlük yaptım…
Etraf o kadar sessiz ki, eğer bu kağıt bir dilekçe ise bile okurken sıkılmam. Çünkü sessizlik benim en büyük eğlencem. Yemyeşil gözlerimi, lacivert olan yazıya dikiyorum.
Tam da o saniye sanki bir mucize oluyor, önümden geçen yaprak yığınının arasında mavi mürekkepli bir sayfa görüyorum. Ağır çekimde uzaklaşıyor benden sanki. İç sesim kalkıp o sayfanın peşinden gitmemi emrediyor. Kalkıp peşinden gidiyorum. İki tane büyük adım atıp öne doğru atıyorum kendimi. Tam narin parmaklarımın arasından kayıp gidecekken ani bir hareketle yere kapaklanıyorum ve kağıt benim altımda kalıyor. Değdi mi şimdi buna? Yine yerlerdeyim yerlerde!
Topuzumdan kurtulan birkaç tel, kıvrılmış, turuncu saçım gözümün önüne düşüyor. Sinirlenip kulağımın arkasına atıyorum. Bu sırada da yavaşça doğrulup kağıdı elime alıyorum. İlk düşüncem: “Yazıyı kim yazmışsa yazısı çok güzelmiş.” İkincisi ise: “Acaba ne yazmış?”
Civarda kimseler olmadığından kendi başıma kalkıyorum düştüğüm yerden, hep yaptığım gibi. Ayaklarım beni az önce oturduğum banka geri götürüyor, oturuyorum. Rüzgar biraz da dindi sanki. Alınıyorum ona. Az önce bıraksaydı ya esmeyi! Belki de hiç çaba harcamadan uzanıp alırdım elimdekini. Sonra “Aptal!” diye söyleniyorum. Yine nankörlük yaptım işte. Bu kağıdı ayağımın ucuna kadar getiren rüzgara, nankörlük yaptım…
Etraf o kadar sessiz ki, eğer bu kağıt bir dilekçe ise bile okurken sıkılmam. Çünkü sessizlik benim en büyük eğlencem. Yemyeşil gözlerimi, lacivert olan yazıya dikiyorum.
Okumaya başlıyorum:
“Saat 00.13, normal olmasını umduğum, anormal günümün ve hayatımın son
dakikalarındayım. Bana deli diyecekler, biliyorum. Ama bu dediklerini umursamak
için fazla ölü olacağım. Bu nedenle yazıyorum. Bugün benim hayatım değişti.
Alarmım her gün olduğu gibi 7.30 da çaldı. Yatağımdan çıkarken de her şey normaldi. Güneş yeni yeni doğuyordu perdeleri açtığımda. Kravatımı bağlayıp, evrak çantamı elime aldığımda da saat sekize geliyordu. Kapımı kilitlediğimde ise bir şey işittim.
Bir konuşma. “Hiçbir komşunun yüzünü görmek istemiyorum, şu anahtarlarıyla oynayan kimse gitsin de öyle ineyim aşağı.” Şaşırdım kaldım. Üst kattaki Elif Hanım neden şimdi böyle bir şeyi yüksek sesle söylemişti ki? Acaba çabucak gitmemi istediği için bir tür gönderme mi yapmıştı?
İrdelemedim hiç. Apartmandan çıktım. Olan da sonra oldu zaten. Sokaktaki bakkal Ahmet’in sesini duydum ilk. Bana gülümsüyordu ve ağzı açık bile değildi. “Bu kerkenez de hep aynı takım elbise, aynı gömlek, aynı rutin. Ot gibi yaşıyor.” Gözlerimi kıstım, başımı öne doğru eğdim. Daha net duymak, daha net görmek istedim. “Efendim, ne dediniz?” dedim. Ahmet Bey kaşlarını çattı. “Günaydın.” dedi. Sonra da arkasından ağzını oynatmadan konuşmaya devam etti. “Kazık kadar adam oldu kendine bir araba bile alamadı, hala toplu taşıma kullanıyor. Bir de salak herhalde.”
Vallahi ben bu işten bir şey anlamamıştım. Önce bir gidip adamın boynuna sarılmayı, “Kerkenez de sensin, salak da!” diye bağırmayı istedim. Sonra biraz daha yaklaşıp adama dediklerini tekrar etmesini rica etmeyi düşündüm. Lakin hiçbirini yapmadan şaşkın şaşkın yoluma devam ettim.
Otobüs durağına yürürken yanımdan bir kız geçti. Bana bakmadan şey dedi: “Bu adamda tam bir AmericanPsycho tipi var. Takım elbise kravat filan…” Duraksadım. Tam kızı durdurup soracaktım ki durağa yanaşmakta olan otobüsümü gördüm. Koştur koştur bindim. Çantamdan otobüs kartımı çıkarırken bir erkek sesi duydum. “Binmeden önce hazırlamazlar kartlarını, şimdi yarım saat bekleme yaparlar. Aptal insan çok.”
Kartımı aramayı bırakıp kafamı kaldırdım aniden “Kim dedi onu?” diye haykırdım. Şoför bana baktı. “Neyi kim dedi beyefendi siz neyden bahsediyorsunuz?” diye söylendi. Az önce konuşan oydu belli ki. Sesinden anlamıştım. “Aniden geldiniz kartımı çıkarmaya vaktim olmadı.” dedim. Adam ince bıyığı altından imalı imalı gülüp “Önemli değil haydi bekleme yapmayın.” dedi. Şaştım kaldım. Az önce bana aptal dediğini unutmuş muydu?
İşin rengi başkaymış meğer. Bunu iş yerine vardıktan sonra fotokopi odasındayken anladım. O ana dek birkaç kez daha insanların benim hakkımdaki kötü söylemlerine maruz kalmıştım ama olayı çözememiştim. Mesela biri çok severek aldığım pantolonuma “paspal” demişti. Biri “Sakal bıraksa yakışıklı aslında.” diye görünüşüme mana bulmuştu. Ama dediğim gibi, fotokopi odasında yaşadım asıl aydınlanmayı.
Etrafımdaki insanların eleştirilerini bir kenara bırakıp işime odaklanma kararı almıştım. Çünkü her soruduğumda insanlar dediklerinden bihaber oluyorlardı. Fotokopi çekmek için yerimden kalktığımda yan masamda oturan arkadaşım “Patrona yaranacak ya, yalaka.” dedi mesela. Bana dememiştir dedim, yoluma baktım. İçeri gireli iki dakika filan oldu ki Feyza geldi. Sarı saçlarını her zamanki gibi düzleştirmiş, porselen gibi bir makyaj… Kalbim hemen hızlandı, az kalsın göğüs kafesimden fırlayıp kadıncağızın yüzüne çarpacak! Feyza da gülümsedi beni görür görmez. İnce dudakları birbirine değip yavaşça yukarı kıvrıldı ve o an duydum. “Bu da ona yüz vereceğimi sanıyor. Ezik. Ben sana bakar mıyım be! Aman neyse, bir iki iyi davranayım da yarın öbür gün işim düşerse yapar bu salak. Ay, yazık ya, içime düşecek şimdi….”
“Dur Feyza!” diye haykırdım. Gözleri kocaman açıldı. “Anlayamadım?” dedi kibarca ve bu sefer ağzı oynadı. Hiç kıpırdamadan kurduğu cümle şuydu: “Kafayı yemiş herhalde, ne diyor bu?”
Koşarak çıktım o odadan. Gregor Samsa huzursuz düşlerinden uyandığında kendini bir böcek olarak bulmuştu ya, ben de kendimi akıl okuyan biri olarak bulmuştum şimdi. Ya da kafayı yiyordum. Bunca yıllık bir katlanış serüveninden sonra kafayı yemiş olmak, o an için daha mantıklı bir açıklamaydı.
Elimi yüzümü yıkayayım, geçer diye düşündüm. Lavaboda patronumla karşılaştım. Adam ellerini yıkarken “Bu da bu ay maaşına zam gelecek sanıyor. Hem çalışmaz, bütün gün çene, ay sonunda zam. Oldu canım!”
Tahammül sınırım aşılmış olacak ki “ Aşk olsun Rıza Bey.” deyiverdim. “Ne zaman bir iş verdiniz de burun kıvırdım? Lazım dediniz diye, bayramın ilk günü gelip evrak getirdim ben. Hastalandım, ateşim kırk derece sizin için sunum hazırladım. Yazıklar olsun.”
Şaşırdı. Kaldı öyle. Ben de şaşırdım ama kalmadım çıktım gittim. Yemek yiyeyim bari şekerim düşmüştür, ondan oluyordur böyle, dedim. Yemekhanede duyduklarım şunlar ve daha niceleriydi: “Çok sıska. Erkek dediğin biraz yapılı olacak. Şuna versen şimdi, kavanozun kapağını bile açamaz.”, “Gerizekalı adam. Şu yaşına geldi hala bir baltaya sap olamadı.”, “Araba yok, evi kira, vasıfsızın teki, kim evlenir ayol bunla?” , “Konuşmasını bilmiyor, mıymıy bir hareketler… Ne garip bir adam!”
Kendimi yaşlarla dolmuş gözlerimle eve zar zor attım. Duyduklarım insanların benim hakkımdaki düşünceleriydi. Herkes, her yerimde bir kusur bulmuştu demek. Kimisi yürüyüşüme laf ediyordu, kimisi hayat tarzıma, kimisi saçıma, başıma… Daha önce insanların bu kadar kötü olduğunu anlayamamıştım. Meğer kimsenin yaşamını sorgulamadan, aklımızla değil, gözlerimizle yapıyormuşuz analizlerimizi. Meğer yaptığım iyilikler, gülümsediğim yüzler, uzattığım yardım elleri… Hepsi boşaymış.
Çok ağır bir yük bu. Annemi aradım az önce. “Ah oğlum, ne araban var ne de evin, bir düzen oturtamadın. Hala boş işler peşindesin.” dedi. Muhtemelen içinden söyledi bunu. Oysa sadece derdimi anlatacaktım ona, birilerine değersiz hissettiğimi söylemeye çok ihtiyacım vardı. Ama annem de sahip olmadığım mal varlığım yüzünden beni değersiz kılmıştı.
Alarmım her gün olduğu gibi 7.30 da çaldı. Yatağımdan çıkarken de her şey normaldi. Güneş yeni yeni doğuyordu perdeleri açtığımda. Kravatımı bağlayıp, evrak çantamı elime aldığımda da saat sekize geliyordu. Kapımı kilitlediğimde ise bir şey işittim.
Bir konuşma. “Hiçbir komşunun yüzünü görmek istemiyorum, şu anahtarlarıyla oynayan kimse gitsin de öyle ineyim aşağı.” Şaşırdım kaldım. Üst kattaki Elif Hanım neden şimdi böyle bir şeyi yüksek sesle söylemişti ki? Acaba çabucak gitmemi istediği için bir tür gönderme mi yapmıştı?
İrdelemedim hiç. Apartmandan çıktım. Olan da sonra oldu zaten. Sokaktaki bakkal Ahmet’in sesini duydum ilk. Bana gülümsüyordu ve ağzı açık bile değildi. “Bu kerkenez de hep aynı takım elbise, aynı gömlek, aynı rutin. Ot gibi yaşıyor.” Gözlerimi kıstım, başımı öne doğru eğdim. Daha net duymak, daha net görmek istedim. “Efendim, ne dediniz?” dedim. Ahmet Bey kaşlarını çattı. “Günaydın.” dedi. Sonra da arkasından ağzını oynatmadan konuşmaya devam etti. “Kazık kadar adam oldu kendine bir araba bile alamadı, hala toplu taşıma kullanıyor. Bir de salak herhalde.”
Vallahi ben bu işten bir şey anlamamıştım. Önce bir gidip adamın boynuna sarılmayı, “Kerkenez de sensin, salak da!” diye bağırmayı istedim. Sonra biraz daha yaklaşıp adama dediklerini tekrar etmesini rica etmeyi düşündüm. Lakin hiçbirini yapmadan şaşkın şaşkın yoluma devam ettim.
Otobüs durağına yürürken yanımdan bir kız geçti. Bana bakmadan şey dedi: “Bu adamda tam bir AmericanPsycho tipi var. Takım elbise kravat filan…” Duraksadım. Tam kızı durdurup soracaktım ki durağa yanaşmakta olan otobüsümü gördüm. Koştur koştur bindim. Çantamdan otobüs kartımı çıkarırken bir erkek sesi duydum. “Binmeden önce hazırlamazlar kartlarını, şimdi yarım saat bekleme yaparlar. Aptal insan çok.”
Kartımı aramayı bırakıp kafamı kaldırdım aniden “Kim dedi onu?” diye haykırdım. Şoför bana baktı. “Neyi kim dedi beyefendi siz neyden bahsediyorsunuz?” diye söylendi. Az önce konuşan oydu belli ki. Sesinden anlamıştım. “Aniden geldiniz kartımı çıkarmaya vaktim olmadı.” dedim. Adam ince bıyığı altından imalı imalı gülüp “Önemli değil haydi bekleme yapmayın.” dedi. Şaştım kaldım. Az önce bana aptal dediğini unutmuş muydu?
İşin rengi başkaymış meğer. Bunu iş yerine vardıktan sonra fotokopi odasındayken anladım. O ana dek birkaç kez daha insanların benim hakkımdaki kötü söylemlerine maruz kalmıştım ama olayı çözememiştim. Mesela biri çok severek aldığım pantolonuma “paspal” demişti. Biri “Sakal bıraksa yakışıklı aslında.” diye görünüşüme mana bulmuştu. Ama dediğim gibi, fotokopi odasında yaşadım asıl aydınlanmayı.
Etrafımdaki insanların eleştirilerini bir kenara bırakıp işime odaklanma kararı almıştım. Çünkü her soruduğumda insanlar dediklerinden bihaber oluyorlardı. Fotokopi çekmek için yerimden kalktığımda yan masamda oturan arkadaşım “Patrona yaranacak ya, yalaka.” dedi mesela. Bana dememiştir dedim, yoluma baktım. İçeri gireli iki dakika filan oldu ki Feyza geldi. Sarı saçlarını her zamanki gibi düzleştirmiş, porselen gibi bir makyaj… Kalbim hemen hızlandı, az kalsın göğüs kafesimden fırlayıp kadıncağızın yüzüne çarpacak! Feyza da gülümsedi beni görür görmez. İnce dudakları birbirine değip yavaşça yukarı kıvrıldı ve o an duydum. “Bu da ona yüz vereceğimi sanıyor. Ezik. Ben sana bakar mıyım be! Aman neyse, bir iki iyi davranayım da yarın öbür gün işim düşerse yapar bu salak. Ay, yazık ya, içime düşecek şimdi….”
“Dur Feyza!” diye haykırdım. Gözleri kocaman açıldı. “Anlayamadım?” dedi kibarca ve bu sefer ağzı oynadı. Hiç kıpırdamadan kurduğu cümle şuydu: “Kafayı yemiş herhalde, ne diyor bu?”
Koşarak çıktım o odadan. Gregor Samsa huzursuz düşlerinden uyandığında kendini bir böcek olarak bulmuştu ya, ben de kendimi akıl okuyan biri olarak bulmuştum şimdi. Ya da kafayı yiyordum. Bunca yıllık bir katlanış serüveninden sonra kafayı yemiş olmak, o an için daha mantıklı bir açıklamaydı.
Elimi yüzümü yıkayayım, geçer diye düşündüm. Lavaboda patronumla karşılaştım. Adam ellerini yıkarken “Bu da bu ay maaşına zam gelecek sanıyor. Hem çalışmaz, bütün gün çene, ay sonunda zam. Oldu canım!”
Tahammül sınırım aşılmış olacak ki “ Aşk olsun Rıza Bey.” deyiverdim. “Ne zaman bir iş verdiniz de burun kıvırdım? Lazım dediniz diye, bayramın ilk günü gelip evrak getirdim ben. Hastalandım, ateşim kırk derece sizin için sunum hazırladım. Yazıklar olsun.”
Şaşırdı. Kaldı öyle. Ben de şaşırdım ama kalmadım çıktım gittim. Yemek yiyeyim bari şekerim düşmüştür, ondan oluyordur böyle, dedim. Yemekhanede duyduklarım şunlar ve daha niceleriydi: “Çok sıska. Erkek dediğin biraz yapılı olacak. Şuna versen şimdi, kavanozun kapağını bile açamaz.”, “Gerizekalı adam. Şu yaşına geldi hala bir baltaya sap olamadı.”, “Araba yok, evi kira, vasıfsızın teki, kim evlenir ayol bunla?” , “Konuşmasını bilmiyor, mıymıy bir hareketler… Ne garip bir adam!”
Kendimi yaşlarla dolmuş gözlerimle eve zar zor attım. Duyduklarım insanların benim hakkımdaki düşünceleriydi. Herkes, her yerimde bir kusur bulmuştu demek. Kimisi yürüyüşüme laf ediyordu, kimisi hayat tarzıma, kimisi saçıma, başıma… Daha önce insanların bu kadar kötü olduğunu anlayamamıştım. Meğer kimsenin yaşamını sorgulamadan, aklımızla değil, gözlerimizle yapıyormuşuz analizlerimizi. Meğer yaptığım iyilikler, gülümsediğim yüzler, uzattığım yardım elleri… Hepsi boşaymış.
Çok ağır bir yük bu. Annemi aradım az önce. “Ah oğlum, ne araban var ne de evin, bir düzen oturtamadın. Hala boş işler peşindesin.” dedi. Muhtemelen içinden söyledi bunu. Oysa sadece derdimi anlatacaktım ona, birilerine değersiz hissettiğimi söylemeye çok ihtiyacım vardı. Ama annem de sahip olmadığım mal varlığım yüzünden beni değersiz kılmıştı.
İnsanların
düşüncelerinin değiştirilemeyeceğine inandım şu yaşıma dek. Kendimi de
değiştiremem bu saatten sonra. Her şey kalıplaşmış ve herkes benim işe yaramaz
olduğumdan hem fikir. Gidiyorum ben de. Delirmedim, eminim. İnsanlar delirmiş.
Kötülükle yoğrulmuş bir delilik bu! Çılgınlar gibi kırıp döküyorlar
birbirlerini. Beni de kırdılar, beni de döktüler.
Saat 00.21.Vasiyetim yok. Haydi bana uğurlar olsun!”
Saat 00.21.Vasiyetim yok. Haydi bana uğurlar olsun!”
İçim ürperiyor bir. Etrafıma bakıyorum, hala kimse yok. Az
önce ne okudum ben? Küçük bir hikaye miydi bu, yoksa gerçeğin kendisi mi?
Kağıdı pantolonumun cebine sıkıştırırken, diğer elimle de asi buklelerimi tokanın hapsinden kurtarıyorum. Dileğim geliyor aklıma. Ayağa kalkıyorum. Patika yolda yürürken eski bir dosta rastlaşıyorum ve içimden diyorum ki “Ne iyi bir adam!”
Kağıdı pantolonumun cebine sıkıştırırken, diğer elimle de asi buklelerimi tokanın hapsinden kurtarıyorum. Dileğim geliyor aklıma. Ayağa kalkıyorum. Patika yolda yürürken eski bir dosta rastlaşıyorum ve içimden diyorum ki “Ne iyi bir adam!”
Yazardan Bir Not: Bu yazımı çeşitli dergilere yolluyorum aylardır. Kimisi uzun bulduğu için yayınlamadı ( Allah aşkına bu yazının neresini kısaltabilirim? Nasıl kısaltabilirim? Zaten çok uzun olmasın diye olayları sıkıştırarak yazdım. En nefret ettiğim şeylerden biri bitmiş yazının üzerinde oynama yapmak ayrıca.), kimisi cevap vermedi...
Okurlarıma soruyorum. Bu yazı cidden kötü mü yoksa yeni yüzyılda bir yerlere gelebilmek ve sesini duyurabilmek için torpil şart mı?
Kötü olayların bizi yıldırmaması dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder