20 Şubat 2016 Cumartesi

Love, Rosie

Filmini izler izlemez, kitabını okumak istediğim fakat henüz Türkçe'ye çevrilmediğini öğrendiğim (Hayatımın hayal kırıklığı olmuştu.) muhteşem bir hikaye hakkında yazacağım size bugün.

Film çocukluklarından beri arkadaş olan Alex ve Rosie etrafında geçiyor. Birlikte hayal kurarak büyüyorlar, büyüyorlar ve Rosie'nin küçü
cük bir hatası yüzünden bu hayalleri ayrı gayrı gerçekleştirmek zorunda kalıyorlar.Arkadaşları ne kadar güçlü olsa da Rosie, filmin başından beri Alex'e aşık. Ne yapıyorsa zaten onu kıskandırabilmek için yapıyor kanımca.
Rosie hamile kalıyor! Hem de başka birinden.

Bu yüzden Alex başka bir şehirde istediği gibi yaşarken, Rosie ilk önce evlatlık vermek istediği daha sonra ise annelik yapmaya karar verdiği bebeğiyle, büyüdüğü şehirde, düşük maaşlı bir işte çalışmak zorunda kalıyor.

Rosie evleniyor, Alex evleniyor. Düşüyorlar, kalkıyorlar, koşuyorlar ve duruyorlar. Film boyunca insanın içi gidiyor aralarındaki 'arkadaşlık' kavramına,asla ayrılmayışlarına...

Yirmi yıllık bir zaman diliminde geçen, gel gitleri olan, biraz ağlatan ama sonunda oldukça sevindiren hayat gibi bir film. Sanki "Her an, her şey olabilir, umudunu kaybetme!" diye bas bas bağırmış.

Ayrıca Sam Claflin ve Lily Collins o kadar minnoş bir çift olmuş ki anlatamam. Yani cast'ı kim yapmışsa ellerine sağlık. Göz bile kırpamamıştım bazı romantik sahnelerde :)

Çok fazla spoi vermemek için yazıyı kısa kesiyorum. Romantik filmleri benim gibi bayıla bayıla izleyenlerin kesin beğeneceği bir film. Altta da fragmanı var;




Bütün gün tembellik yapıp, mükemmel filmler izleyeceğiniz bir pazar geçirmeniz dileğiyle...

-Karamsarpollyana-


18 Şubat 2016 Perşembe

Neden Konuşmuyoruz?

Geçen sene dil anlatım dersleri benim için tam bir işkenceydi. Zaten senelerdir bize anlatılan konuları tekrar tekrar dinlemek o kadar sıkıcı geliyordu ki derste yavaşça kapanan gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Yalnızca benim için değil, tüm sınıf için durum böyleydi. Hiç unutmam bir keresinde sınıfın yarısı toplanıp derse girmemiş, artık bahçede yer almayan çardakta oturup vakit öldürmüştük.

Bu sene ise dil anlatım adeta merakla beklediğim ders olup çıktı. Her hafta Perşembe günü son iki ders “Acaba bu sefer ne üzerine tartışacağız?” diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Sanırım derslerden keyif bile alıyorum.

Bu hafta “Neden konuşmuyoruz?” diye sordu öğretmen sınıfa. Her zaman yaptığım gibi pür dikkat “konuşabilen” arkadaşlarımın fikirlerini dinledim. Belki ilgimi çeken bir şeyler söylerler diye bekledim.
Pekala, hepsi güzel şeyler söyledi. Biri “Okumuyoruz.” diye diretti. Diğeri eğitim sistemiyle ilgili bir şeyler söyledi. Açıkçası onları çok dikkatli dinlememe rağmen hangisi ne dedi pek hatırlayamıyorum şu an. Hatırladığım şey, içimden kendimce bu konu üzerine yaptığım yorumlar…
 Ben hayatım boyunca, konuşma konusunda biraz eksik oldum ne yazık ki… Bu yüzden kendi düşüncelerimi parmak kaldırıp sınıf ortamında söylemektense, zaten caaanım arkadaşlarımın merakla takip ettiği bloguma yazmak daha mantıklı geldi.

Arkadaşlarımın hepsi haklıydı. Eğitim ezberci olduğundan fikirlerimizi açıklamaya alışkın değiliz. Okuma kısmına gelirsek de, çoğu insan kitabını okumaktansa filmini izleyip zamandan tasarruf sağlamayı tercih ediyor.

Tüm bunların yanı sıra bence iki farklı etken daha var. Bu etkenler benim bugün sınıf içinde düşüncelerimi dile getirememde de etkili maalesef.

Bence bizler ne kadar okusak da ya da eğitim sistemimizi ne kadar geliştirsek de, eleştirilmekten korkan pasif insanlardanız. En azından ben öyleyim diye düşünüyorum. Gerçi bu korku eleştirildiğim konuya göre değişiyor.
Mesela ben bir konu üzerinde bir şey söylerken, çoğu dinleyenim beni o konu için değil de, görünüşüm ya da zevklerimle ilgili eleştiriyor içlerinden. Dilim sürtecek, bir yerde kekeleyeceğim veya gözlüklerim ağzıma girecek falan diye ödüm kopuyor. Bir de ben sakar biriyim. Tam konuşmamın ortasında bir sakarlık yaparım da rezil olurum diye düşünmekten ne diyeceğimi de unutuyorum.
Zaten geriliyorum. Korku filmi izlerken gerilmediğim kadar geriliyorum.

Yani ilk etken: Utangaçlık ve paranoyaklık.
İkinci etken ise: Pakete bakan insanların, düşüncenin tadına varamadan yapıştırdıkları fiyat etiketi.


İşte bu yüzden yazıyorum ben. Yazılarımı okurken dilim sürttüğü için bana gülecek bir insan yok. Yanlış bir şey yazarsam silebilirim yayınlamadan önce. Saçma cümlelerimi düzeltebilirim. Evvela yazarken, takmayı çok sevdiğim kavanoz gözlüklerimi rahatça takıp “Oh be kimse akvaryumun arkasından baktığımı düşünmüyor!” diye huzur doldurabilirim içime.

İnsanların verdiği peşin hükümlerle ilgili de uzunca bir yazı yazmak istiyor canım. Ama bugün değil. Bugün sizinle bu kadar sözcük paylaştığım yeter sanırım.

Boş konuşan insanların susması, mantık sahibi insanların harcanmaması dileğiyle…




14 Şubat 2016 Pazar

Bir Gün


 Blogta bir köşesi olsun istediğim kitaplardan biri: Bir Gün. İki kez okumama rağmen gözüme çarptığı her an elime alıp bir kez daha göz gezdirdiğim, belki de en çok sevdiğim roman, hatta film.

  Bir Gün’le annemin elindeyken tanıştım. Sonra baktım annem baya sevdi, dedim ki açıp bir filmini izleyeyim. Filmi kapattığımda salya sümük ağlarken buldum kendimi. Böyle güzel bir olay örgüsünü ve aşk hikayesini sindire sindire okumak istedim, film biter bitmez kitaba sarıldım.
  
Kitap, iki ana karakter olan Dexter ve Emma’in 15 Temmuz 1988’deki üniversite mezuniyetinin ardından, birlikte eve gitmeleriyle başlıyor. İki genç insan tüm gece gelecekleri ve umutları hakkında uzunca bir konuşma yapıyor, bir bağ kuruyorlar: Dostluk.

 Kitap beni ilk sayfasından, son cümlesine kadar, her anıyla etkiledi. Ama en çok etkilendiğim nokta (dikkat spoi) Dexter’ın Emma’ya başka biriyle evleneceğini söylediği sayfalardı. Bir de (yine spoi) Emma öldükten sonra yazılmış olan birkaç bölüm…
 
İki insanın birbirlerini bulma, kaybetme, büyüme; kısacası “hayat” hikayelerini okuyoruz kitapta.
Olaylar çok gerçekçi. Neredeyse gerçek bir hikayeden esinlenerek yazıldığına inanabileceğim kadar gerçekçi hatta. Okurken insanın içine işliyor, sevdiği kişiyi kaybetme korkusuyla yüzleşiyor adeta son sayfalarda. Açıkçası ben her hücremde sözcük sözcük hissettim kitabın vermek istediği tüm duyguyu.

Emma kitap boyunca uzaktan uzaktan Dexter’a bir duygu besliyor (Sevgilisi olduğu zamanlarda bile bu belli.). Kendi halinde, büyük hayalleri olan genç Em, biz okudukça büyüyor, olgunlaşıyor ve bata çıka hayallerini gerçekleştiriyor aslında.
 
Dexter ise tam anlamıyla zengin züppe. İstediği her şeye sahip. İlerledikçe her ne kadar Emma ne kadar yukarı çıktıysa, Dex de bir o kadar dibe batmaya başlıyor. Işıltılı hayatının yerini, eski bir arkadaşının yanında çalışan bir işçinin
hayatı alıyor.

Em’in Dex’e hayranlığı ve Dex’in bu duruma kayıtsız kalması, buna rağmen her düştüğünde Emma’ya sarılması beni kıran bir başka nokta oldu. Dedim ya, biraz da sonunu bilerek okumaya başlamamdan olsa gerek baya duygusaldım kitabı okurken.

Elbette internette kötü yorumlar da mevcut. Ama benim en sevdiğim kitap sıralamamda ilk üçte Bir Gün. Hatta belki bir numara. Eğer sizi derinden etkileyecek bir aşk hikayesi arıyorsanız, bu kitabı okumamak büyük bir kayıp olur.
  
Birkaç kitap alıntısıyla sizi baş başa bırakıp, yazımı sonlandırmak istiyorum.

Bir kitabın baş kahramanları gibi hissedebileceğiniz mutlu bir sevgililer günü yaşamış olmanız dileğiyle...

      “”Seni kırkında hayal edebiliyorum,” dedi sesinde bir imayla. “Şu an gözümde          canlandırabiliyorum.” Genç adam gözlerini açmadan gülümsedi. “Devam et.””

      “İşin sırrı dedi kendi kendine, cesur ve atılgan olup bir fark yaratmakta. Bütün dünyayı değil,    sadece etrafını biraz değiştireceksin. Çift diploman, tutkun ve Smith Corana marka yeni elektrikli  daktilonla dışarı çık ve herhangi bir şey için çok çalış… Mesela sanatla hayatları değiştir. Çok  güzel şeyler yaz. Arkadaşlarına değer ver, ilkelerine sadık kal, tutkuyla ve dolu dolu yaşa. Yeni  şeyler dene. Sev ve sevil, eğer mümkünse. Dengeli beslen. Bunun gibi şeyler.”

 “”En önemli şeyin bir tür değişiklik yapmak olduğunu sanıyorum" dedi genç kız. "Bilirsin bir    şeyleri gerçekten değiştirmek."
 "Nasıl yani, dünyayı değiştirmek gibi mi?" 

 "Bütün dünyayı değil. Sadece kendi etrafını.””

““Konuşmaya ihtiyacım var; Biriyle değil, seninle.””

“"Gençken her şey mümkünmüş gibi görünüyordu. Şimdi imkânsız."

“...ama bir kez daha yazmakla okumanın farklı şeyler olduğunu keşfetmişti; okuduklarını emip sonra sıkıp yeniden çıkaramazdın.

“"Senden nefret etmiyorum ama sen yanarken benim elimde bir bardak su olsa, o suyu içerim."

“Çökmüş görünüyordu.Zayıf ve yorgundu;yüzü ona yakışmayan bir kirli sakalla gölgelenmişti ve bu ziyaretin beraberinde getirdiği felaket potansiyelini hatırladı.Ama Emma'yı görünce gülümsemeye başlamış,adımlarını hızlandırmıştı.

“"Sır olarak saklamak istediğin bir şey baştan hiç yapmaman gereken bir şeydir!"

“Bazen olağanüstü anların yaşandığının farkında olursun,bazen geçmişten yükselir.Belki insanlarda öyledir.


Filmin Fragmanı:







-Karamsarpollyana-

1 Şubat 2016 Pazartesi

Kırk Beş

Az okunmalı fazla mütevazi bloguma, kısacık bir yazı eklemek istiyorum bugün. Aslında bugün yayımladığım ikinci yazım olacak ama dediğim gibi yazmadan duramıyorum, hastalık gibi bir şey.

Bundan bir ay önce filan Wattpad'den gelen mesajlarımı kontrol ederken arada bir mesaja rastladım. Aldığım her mesajı okumaya çalışıyorum elbette. Bu mesaj da diğer mesajlar gibi bir kaç satırlık övgüyle başlıyordu. Sonrası ise biraz istek cümlesiyle tamamlanmıştı.
Okuyucum benden ödevini yapmamı istedi. Trajikomik. "YAPACAK OLSAM KENDİ ÖDEVİMİ YAPARIM!" diye bir cevap yazacakken ödev konusu ilgimi çekti.
"Kırk beş yaşımızdaki halimize mektup yazmamızı istediler." yazmış okuyucum. Boş boş baktım ekrana. Kırk beş yaşında hayal etmeye çalıştım kendimi. Yolun yarısını bile geçmiş halimi.

 Hep isterim ama cesaret edemem upuzun saçlarıma kıymaya. Belki kırk beşime kısacık bir kahkül ve omzuma düşen sarı saçlarımla girerim. Biscolata reklamından çıkmış kocam, lüks malikanem, odalar dolusu ödül kazanmış çok satan kitaplarımla...
 Belki de var sayarım yerimde. Annemlerle oturduğum çocukluk evimde köşesinden tutarım hayatın. Mutsuz olduğum işim, sırtımda yük olan hatalarım ve kaybolmuş hayallerim yoldaşım olur.
 Belki kırk beşim en mutlu yaşım olur. Gözlerimde kaz ayaklarım, saçlarımda beyazlarım geçmişin yasını tutmak yerine geçmişin getirdiklerini kutlarım o yaşımda. Acısıyla tatlısıyla yaşadığım kırk beşinci yılım sığmaz dillere belki...
 Ya da yaşayamam, göremem kırk beşimi. Kim bilir belki ölürüm yirmi birimde, otuz üçümde.

Sevgili kırk beş model ben;
Eğer o yaşa gelebildiysen, pekala lise yıllarından kalma saçma blogunu da google'da aratabilirsin. Başına ne geldi, neler yaşadın bi'haberim ama azıcık da olsa kendimi tanıyorsam ki tanıyorum hayallerimi ucundan kenarından gerçekleştirmişimdir.
Lise arkadaşlarını görmüyorsan eğer, sana kızgınım haberin olsun. O muhteşem ortamı nasıl terk edersin anlamıyorum. Haa, eğer hepsiyle eskisi kadar yakınsan da aferin sana. Büyük bir life goals olmuş.
Kaç tane kitabın var, kitabın var mı, aslında öğrenmek istediğim en önemli sorular bunlar. Bir de aynaya bakınca gençliğinden pişmanlık duyuyor musun, onu merak ediyorum.
Annen ve baban  -ya da annemiz ve babamız diye mi sormalıyım???- nasıllar? Selam söyle 2016'dan onlara.
Bilmem farkında mısın ama kırk beş yaşında birine mektup yazmak oldukça zor. Bir sürü yaşanmışlık var aramızda değil mi? Umarım çok eğlenmişsindir. Kırk beşlik bir çıtır olduğunu zaten biliyorum ama neyse, onu da sorayım.
Hayatının aşkı hala aynı kişi mi? Çocuğun oldu mu? Artık insanlarla daha rahat konuşup, tanımadığın insanlara kendini ifade etmeyi becerebiliyor musun? Sorunları çirkefleşerek mi, sakince konuşarak mı halleden biri oldun? Dünyayı gezebildin mi? Hayranların var mı? Komşularınla aran nasıl? Bayramlarda ziyaret edebileceğin insanlar var mı? Hiç dışarıda sabahladın mı? Kör kütük sarhoş oldun mu? Ayakların yerden kesildi mi? En sevdiğin film değişti mi? Hala sabahları çorba içmeyi seviyor musun? 
Hayat nasıl da akmış gitmiş değil mi? Dile kolay yirmi sekiz yıl geçmiş bu yazıyı yazmandan. Yirmi sekiz. Neler oldu keşke bilebilsem.
Umarım yirmi sekiz yıl sonra aklına gelirim de geçmişe bir cevap yazarsın. En sevdiğin kitabın arasında sakla o mektubu on yedi yıllık lise modelin için. Biliyorum ki gülümsemeni gözlerinden akan tuzlu su ıslatıyor şu an. Eğer varsa öyle biri, seni seven insana sildir o göz yaşını.

Hayattan dilediğin her şey tam da istediğin gibi olmuştur umarım.



On yedi model Karamsarpollyana'nın okuyucuları;

Eminim ki ödevini yapmamı isteyen kıza ne cevap verdiğimi merak etmemişsinizdir. Ama söyleyeyim, ona ödevini yapmaya çalışacağımı söyledim. Yalnızca beni bu kadar derin düşünmeye ittiği için, bir teşekkür olarak yapacağım o ödevi. Yani Wattpad'den beni bulup ödev yaptırmaya çalışmayın sakın. Uyarıyorum.

Mesaj kutularınızın, güzel mesajlarla dolu olduğu yüzlerce kırk beşi içinde barındıracak bir ömür geçirmeniz dileğiyle...


Hayalet

  Her şey düşünmekle alakalı bence. Yani, evrene enerji gönderin saçmalıklarından bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey hayal ederek, düşünerek kendimizi hedefe ulaşabileceğimize inandırmak. Walt Disney ne demiş? "Eğer hayal edebilirsen, yapabilirsin." demiş. Öyleyse hedefe giden yolda hayal etmekten çekinmeyin.
  Akıl insanı rezil de ediyor vezir de tabii. Her zaman çıtayı dağların tepesine koyma taraftarı olsam da seçtiğiniz dağın Everest olmaması gerek. Bunu sizin moralinizi bozmak için demiyorum. Bunu benim realist tarafım söylüyor.

  Ya da siz dilediğinizi yapın, büyük düşünün. Ona uygun çabalayın, büyük kulaçlar atın. Arkanıza bakmadan, asla yorulmadan ilerleyin. En sonunda zafer çizgisinden, size "Olmaz, yapamazsın." deyip de sizi küçük gören insanlara el sallarsınız. Onlar küçük dalgalarda yüzemezken siz büyük dalgalarda sörf yaparsınız belki kim bilebilir?

  Ama ne yazık ki o insanları güldürme ihtimaliniz de çok yüksek ki ben hayatın bu yanını pek sevmiyorum. Filmlerde herkesin küçük gördüğü, sürekli aşağılanan kızın, hırs yapıp da bir anda piramidin en  üstüne oturmasına bir türlü inanamadım zaten. Ben hiç hırs yapamadım. Yaptıysam da her şeyde başıma geldiği gibi sürekli kursağımda kaldı. Elden bir şey gelmez sanırım yanlışlıkla kaybedenler kulübüne filan üye oldum. Başka bir açıklama göremiyorum. Hedefe ulaşmakta en başarısız olan insan seçilse galiba o insan ben olurum, ayakta alkışlanırım.

  İşte bu yüzden her şey düşünmekle alakalı. Başarısız olduğumda kendimi başarılıymışım gibi hissettirecek olan benim. Kafanız karıştı değil mi? Durun biraz daha açayım konuyu.
  Aslında anahtar bir söz dizisi var: "Elinden gelenin en iyisini yapmak.". Eğer bunu yapabiliyorsak, sorun yok demektir. Kendin için, önemsediğin insanlar için ve en önemlisi mutlu son arayışın için yapabileceğin her şeyi, en iyi biçimde yaptıktan sonra sana büyük koltuğuna oturup, elinde en sevdiğin içecek, televizyon izlemek ya da ne yapmaktan hoşlanıyorsan onu yapmak düşer. Çünkü artık elinden bir şey gelmez.
  En sonunda az da olsa başarısız olma ihtimalin hep vardır. Bu ihtimal, ihtimal olmaktan çıkıp hayatının bir gerçeği olursa o zaman otur ve düşün. İlk önce, neyi yanlış yaptığını düşün.
  Bir yanlış bulamadıysan etrafında sana korku salan o hayaletlerden kurtul çünkü sen bir yanlış yapmadın. Her şeyi eksiksiz yaptın. Sadece elinde olmayan bir şekilde yenik düştün, o kadar. Bir daha denersin. Bu başarısızlığa sevinen alçaklar, bırak sevinsinler. Her işte bir hayır vardır ve son gülen iyi güler.
  Eğer bir yanlış bulduysan yine hayaletlerinden kurtul. Hatasız kul olmaz değil mi? Bu hata belki de seni daha büyük bir hatadan geri döndürdü? Geleceği bilemiyoruz sonuçta. Sen kendine bak. Sağlıklısın, güzelsin, okuduğun harika bir blog var... Elbette düşmanların sevinecek. Bırak sevinsinler. Kapat gözlerini, tıka kulaklarını.

Düşün, düşün, düşün. Kendini motive et. Kimse seni, senin tanıdığın kadar tanıyamaz. Kimse odana kapanıp ağladığın o yağmurlu akşamların götürüsünü senden iyi bilemez. Gülücüklerinin kırıklığını, sevinçlerinin değerini anlayamaz. Sen anlarsın. Kendi değerini de anla. Özelsin.

Hayal etmekten korkan insanların senin için hayalet olmalarına izin verme. "Yapamazsın." diyenlere "Bilmiyorsun." de. Gü
nün en huzurlu anında, başını yumuşacık yastığına koyduğun karanlık odanda bir gün için daha umut ışığını yak ve iyi düşün. Her dibe battığında her nefesin kesildiğinde, suların durulacağını bil. Her zaman yüzeye çıkarsın. Her zaman.

İlk önce düşün ve kendine inan. Bunu kendin için yap okuyucu.

Umarım ileride hayal dünyanı aydınlatan insanlar seni bulur.
Ümitlerinin ilk baharda açan bir çiçek gibi açmasına yardım edecek iyi dostlar bulman ve onları asla kaybetmemen dileğiyle...

-Karamsarpollyana-