11 Temmuz 2019 Perşembe

Yerim, Yuvam, Evim

  Nilgün Marmara intihar mektubunda şöyle bir cümle kuruyor:
"Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!"

  Yine aynı mektupta söz ettiği gibi. Akışa müdahale söz konusu.
  Çocukluk ne güzeldi. Onu güzel yapan her zaman bizim yerimize düşünen birileri olmasıydı galiba. En büyük sorumluluğumuz ev ödevlerimizdi. Hayata dair hiçbir şey bizler gözünde ayrıntı kazanmamıştı henüz. Öğle uykularımız vardı, oyunlarımız vardı.
  İstediğimiz her şey olabilirdik o oyunlarda. Bir gün doktor, bir gün anne, bir gün aşçı, bir gün bir kelebek, belki bir peri... bir gün hiçbir şey... Sınırsız ihtimaller denizinde bembeyaz bir sayfaydık. Bir de o kadar küçükken insana her şey mümkün gelirdi. Mümkündü de. Neden olmasındı? Ölümden, sıkıntılardan, kötülüklerden uzak küçük bir çocuğun dünyasında neden her şey mümkün olmasın ki? Niçin tüm hayaller gerçekleşmesin?

  Çocukluk... Zihnimde; ormanda emeklemeye başlayan, hiç durmadan ileri giden, büyüdükçe ayağa kalkan, biraz yürüyen, sonra koşmaya başlayan, her adımda boy atan büyüyen bir kavram. Katedilen her mesafede ceplerden bir değer eksiliyor sanki. Özgürlük duygusu, hayalperestlik, tatlı sevinçler... En sonunda, artık yetişkinlik evresindeyken, insanın karşısında bir uçurum çıkarıyor hayat. Atlamak zorunda olduğunuz bir uçurum. Sizi yerinizden, yuvanızdan, evinizden edecek bir uçurum. Belki sizi yeni bir yuvaya götürecek, belki de yere çakılmanıza sebep olacak bir uçurum.
 
  Hep küçük kalamıyoruz maalesef. Ama hep bizim yerimize düşünebilecek birilerini arıyoruz. Bazen kendi zihnimizde kaybolduğumuzdan bu arayış. Ah, en basit, en sıradan olanımızın bile bin bir tane derdi var. Trilyonlarca plan yapılmalı, milyonlarca fikir yürütülmeli bu evrende. Hayat dediğimiz, akıl edebileceğimden daha da karmaşık bir olay. Bu karmaşayı hayal etmeyi denedikçe insanın göğsü sıkışıyor.

10 Temmuz 2019 Çarşamba

2019 Yaz Kitaplarım 1: Canım Aliye, Ruhum Filiz

   Selamlar. Yine ben. 2016 ve 2017 yaz ayları boyunca okuduğum ne kitap varsa bloga yazmıştım. Geçen yaz teknik sorunlardan dolayı (kendimce iş hayatına atılmıştım) vakit sıkıntısı çekiyordum. Bu sebepten geçen yaz hem pek az kitap okumuştum hem de buraya yazacak enerjiye sahip değildim. Fakat bu sene... Yazı dizisine şak diye yazın tam ortasında başlamış olsam da (bunun sebebi tamamen üşengeçliğim) istikrarla ekime kadar okuduklarımdan size bahsetmek istiyorum.
   Açılışı da Sabahattin Ali ile yapalım da şanımıza yakışsın, değil mi?

  Bazı yazarlar var, yazdıklarını her okuyuşumda içimden "Keşke yaşasaymış da şöyle karşılıklı oturup bir çay içme fırsatımız olsaymış." diyorum. Sabahattin Ali de şüphesiz ki benim için "o" yazarlardan biridir. Kürk Mantolu Madonna sayesinde olan tanışıklığım İçimizdeki Şeytan'ı okuduktan sonra hayranlık boyutuna ulaşmıştı zaten. Fakat ona bir de baba ve eş gözüyle bakabilmek benim için apayrı bir deneyim oldu diyebilirim. Evet, bu kitap sayesinde onun yazar kimliğinin dışında nasıl biri olduğunu görüyoruz çünkü Canım Aliye, Ruhum Filiz, Sabahattin Ali'nin eşi ve kızına yazdığı mektuplardan oluşan bir yapıt.