28 Ocak 2019 Pazartesi

Oscars 2019 #1: Cold War

  Merhaba sevgili okuyucu! Umarım hayatında her şey umduğun gibi hatta umduğundan daha iyi gidiyordur. Güneşin kendini gösterdiği, sakin bir pazartesi gününden bildiriyorum: Bu senenin Oscar dizisine başlamanın vakti geldi.
  Hatırlarsanız geçen sene, adayların arasından seçtiğim 5 filmle ilgili düşüncemi yazmıştım.Yeri gelmiş gömmüşüm, yeri gelmiş sövmüşüm, bazen de övmüşüm, dünyanın en prestijli ödülüne aday olan filmleri. E aman yani napayım, yalan mı atayım beğenmediysem? Ben de film yorumlayarak stres atan değişik bir insanım işte...
  Geçen sene favorim, Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri filmiydi. İki ödül kaptı. Yazı dizisinde de en son onu yazmıştım. Bu sene favorimi ilk yazıda açıklamak istiyorum. Başlıktan da anlayacağınız üzere: Cold War
 (Tüm Roma destekçilerinden af diliyorum.)
  Fakat ondan önce geçen senenin yazılarını bulmak, üzerine de okumak isterseniz bu cümlenin üzerine farenizi getirip hafifçe tıklatmanız yeterli olacaktır. 
 Bu sene hangi 5 film blogda olacak diye merak ettiyseniz, liste şu:
Film yorumuna geçmeden küçük bir şey daha belirteyim. Geçen sene bu Oscars yazılarıma rekor okunma gelmişti. Nasıl rekor ama biliyor musunuz? Gelmiş geçmiş en az okunma rekoru. Neden hala yazdığım hakkında hiçbir fikrim yok. Neyse, birazcık hayali karakter gömüp deşarj olayım bari. 

COLD WAR

  Adından da kolayca anlayacağınız üzere (Soğuk Savaş) film, soğuk savaş esnasında geçen bir aşk hikayesini anlatıyor. 1949 Polonya'sından başlayarak yıllar içinde ülke ülke savrulup ayrı kalan, bir türlü olduramayan iki sanat aşığının 1960'lı yıllara dek uzanan hikayesi, eminim ki sizi de en az beni etkilediği kadar etkileyecektir.
  Wiktor, başarılı bir müzisyen. Halk şarkılarından oluşan bir gösteri hazırlama aşamasında. Bu gösterinin seçmelerinde güzelliği ve yeteneği ile Zula, onun ilgisini çekiyor. Zula'nın da gösteriye katılması sonucunda aralarında bir aşk filizlenmeye başlıyor.
  Zula, başına buyruk, biraz da gözü kara bir kız. Spoiler olur mu bilmiyorum ama, düşünün ki kendi babasını öldürmeye teşebbüs edip iki yıl hapis yatmış. Wiktor da birazcık naif bir karakter sanki. Zula ile olana dek kendi işinde gücünde biri. Damarına basılınca parlayıp anında sönüyor. Yani zıt insanlar olmalarına rağmen ekranda yakaladıkları uyum göz ardı edilemeyecek kadar fazla.

  Filmle ilgili çok çok çok beğendiğim iki şey oldu. Birincisi final sahnesi. Spoiler olmaması adına bundan yazının sonuna doğru bahsedeceğim.
 İkincisi ise siyah-beyaz oluşu. Filmi renkli izleseydim, bu kadar etkilenmezdim belki. Bayıldım. Hele yıllar sonra Zula'nın saçlarını kestirip Wiktor'un çalıştığı yerde bir anda belirmesi... Ardından sokakta birlikte bir süre yürümeleri ve ayrıldıktan sonra Zula'nın koşarak geri dönüp Wiktor'a sarılması... Bir bakmışım ağlıyorum. Pıt pıt gözyaşı damlalarım çenemden aşağı süzülüyor. Bir sahneye siyah-beyaz ancaaak bu kadar güzel gidebilirdi.
 Bilmiyorum buna ne diyeceksiniz lakin, aynı zamanda o sahne bana biiiiiraaaaazcık Issız Adam'ı hatırlattı. Hani malum son sahnesini... 

  Genel anlamda sessiz ilerliyor film. Biraz durağan. Gösteri sahnelerindeki müzikler müthiş. Normalde en yabancı Fransız filmi izleyen biri olarak Polonya'nın köy kültürüyle harmanlanmış filme düştüm o müzikler sayesinde.
  Güzel şeylerden bahserken Zula'nın güzelliğinden bahsetmezsem yazıyı tamamlayamam. Allah özene bezene yaratmış kızı. Sesi, görüntüsü... Her şeyiyle çok güzel. Bunu dedim diye yobaz sayılmam umarım fakat yazı benim yazım olduğundan düşüncemi belirtmekte de özgürüm. Bana "Gerçek hayatta bu kız bu adama bakar mı yiaaa?" diye düşündürttü bu güzellik durumu. Pardon.
  Oyunculuklar da fevkaledenin fevkindeydi. Ama ben öyle çok da oyunculuğun öne çıktığı bir film olduğunu düşünmüyorum. Çekim açıları, sahne düzeniyle filan yönetmen kendini öne çıkarmış. Başarmış da. 
  
 Ayrıca film insanı araştırmaya da itiyor. "Bu insanlar neden Polonya'dan kaçmak istiyorlar, neden kaçamıyorlar, neler oluyor hayatta????" gibi gibi birçok konuda meraklanıyorsunuz eğer döneme ait bilgileriniz yeterli değilse. Şahsen ben lise bilgilerimden hatırladığım kadarıyla çok da bocalamadım filmi anlama yolunda. Yine de izleyecek olanlar önden minik bir araştırma yaparlarsa film daha iyi anlarlar kanısındayım.

  Spoiler vermemek için filmin en mükemmel kısmını sona bırakacağımı yazmıştım ya. He şimdi o kısımdayız. İzlemediyseniz bu kısmı atlamak gibi bir hakka sahipsiniz pek muhterem okuyucularım.
 Yıllar sonra, Wiktor , Zula ve onun kocası sayesinde esirliğinden kurtulmuş. Zula gitmiş Wiktor'u kurtarabilmek adına o soysuzla evlenmiş, çocuk yapmış. Sanatsal derinlikten uzak bir şekilde eğlence sektöründe. Wiktor'un parmağı mı kopmuş, ne olmuşsa (kamera yakından göstermediği için anlayamadım) artık piyano çalamıyor. 
Atlayıp bir otobüse yıkık dökük kiliseye gidiyorlar. Mum yakıp, mumun yanına hapları diziyorlar. Kendi kendilerine evleniyorlar. Sonra da hapları içip kilisenin dışındaki bir banka oturuyorlar.
 İntihar ediyorlar kısaca. Çünkü sonsuza kadar ayrılmadan bir olmanın ancak ölüm sayesinde olacağını düşünüyorlar.
  Yalnız son replik mükemmel. Zula ayağa kalkıp Wiktor'u çekerek "Gel, karşıdan manzara daha güzel." manasına gelen bir şeyler söylüyor. Yani basitçe daha güzel bir manzaranın peşinden giderek aşklarını ölümsüzleştiriyorlar.

 En iyi yönetmen, Yabancı Dilde En İyi Film, En İyi Görüntü Yönetmeni olmak üzere üç adaylığı var. Yönetmen ve en iyi film olarak şansı olduğunu düşünmüyorum. Gönülden almasını isterim tabii fakat Roma daha çok övüldü, onu geçtim yönetmenlik dalında baya bir dişli rakipleri var. Cannes'da yönetmen ödülünü alsa da, bence Academy vermez.
 Ben çok sevdim filmi. Nerede acıklı bir son varsa o film bana kendini sevdiriyor. Hele böyle uzun yıllara yayılmış aşk hikayeleri... Bayılıyorum.
  Sonu da tatmin ediciydi ki bir filmi sevmem için en önemli kriter budur.

Bir sonraki Oscar yazısı pek yakında gelir. Lakin emeğe saygı, okuyun okutun şu yazıları.

Fragman:

 Gerçek hayattaki aşk hikayelerinin mutlu sonla bitmesi dileğiyle...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder